Muzaffer Orucoğlu

SOVYET DEVLETİNİN ORTAYA ÇIKIŞI GELİŞMESİ VE YIKILIŞI        

    Kapitalizmin ulaştığı bugünkü nokta, komünistleri, yirminci yüzyılda ortaya çıkan sosyalist sistemlerin çöküşü kadar şaşırtmadı. Onlar, tarih sahnesine manifaktürle çıkan Kapitalizmin, fabrikayı ve bankayı yarattığını, insanın ve doğanın çok yönlü ve derinlikli yıkımına yol açacak bir gelişme seyri izlediğini biliyorlardı. Kapitalizmin günümüzde oynadığı rol, geçmişte oynadığı rolden çok daha yıkıcıdır. Onun tarihi, kendi mezar kazıcısı gibi yıkmaya ve yaratmaya dayandı hep. Bir farkla ki, o insanı ve onun dayandığı doğal zemini de yıktı. Dünya ekonomisinin özgür iç gelişmesini, yoğun mamul madde ve sermaye ihracıyla engelledi. Dünyayı, bir yandan, taşlaşmış ortaçağ uykusundan uyandırırken, diger yandan da üzerinde köleleşerek ruhsuz hayaletlere dönüşen milyonlarca insanın soluk almak için modern tanrılarına sığındığı sömürgeleşmiş bölgelerle, ileri bölgeler olmak üzere ikiye böldü. Kapitalizmin, emperyalizm aşamasına girmeden önceki son dört yüzyılı, birikimin devinimini devasa boyutlara ulaştırma, feodal ve ulusal çitleri yıkma, pazarları açıp genişletme, sermayeyi daha da özgürleştirme savaşlarına sahne oldu. Yaşanan devrevi krizler ve savaşlar, sanayi sermayesinin banka sermayesi ile birleşmesini, yani kapitalizmin tekelci kapitalizme, emperyalizm aşamasına girmesini hızlandırdı. Emperyalizm, meta ve ön plana geçen sermaye ihracını büyüttü. Dünyayı paylaşmaya hazırlandı ve bu amaçla militarizmi ürkütücü boyutlara vardırdı. Dev bir birikim alanı olarak ortaya çıkan militarizmin faturasını da, artan dolaylı, dolaysız ve yüksek himayeci vergilendirmlerle metropol işçilerinin ve sömürge halklarının sırtına yıktı. Tekellerin, küresel hayat sahaları üzerinde giriştikleri amansız rekabet, insanlık tarihinde görülmemiş iki büyük savaşa yol açtı. Bu iki büyük savaş, kapitalizmin akılalmaz yıkıcı egemenliğine karşı, insanlığın önemli bir bölümünün devrimci galeyanını ve bir dizi devrimlerini doğurdu. Bu devrimler, ne yazık ki Marx’ın kehanetini gerçekleştirecek sahalarda, yani tekelci kapitalizmin ana kalelerinde değil, onun yarı-sömürgelerinde, burjuva demokrasisini yaşamamış, güçlü merkezi devlet geleneğine sahip, Rusya gibi otokratik veya  Çin gibi yarı-feodal, bürokratik- komprador kapitalist ülkelerde patladı. Emperyalist dünya savaşlarının yıkıntılarından doğan bu büyük devrimler, tekelci kapitalizmi, ondan daha merkezileşmiş, daha büyük bir tekelle, yani büyük mülk sahipleri başta olmak üzere, toplumun tüm mülkiyetine el koyan ve muazzam bir mülkün sahibi olarak ortaya çıkan “sosyalist devlet” tekeliyle aşma atağı içine girdiler. Bu büyük tarihsel atak, önderliğinin tüm iyi niyetine, eşitlik ve özgürlük zemininde yükselen derin insani idealine rağmen, pratikte, özel mülkiyetin, devlet mülkiyetiyle, özel mülk kapitalizminin, yani kapitalizmin en sağlam biçimi olan klasik kapitalizmin, en zayıf biçimi olan devlet kapitalizmiyle alt edilmesi atağından başka bir şey değildi. Tarihin en kötü cilvesi, her devrimi, rahminden çıktığı toplumun karekteristik özellikleriyle, o devrimin gücüne ve kalitesine bağlı olarak, şu veya bu şekilde etkilemesidir. Geçtiğimiz yüz yılı sarsan sözkonusu büyük devrimler, beslendikleri rahmin burjuva demokrasisinden yoksun, otokratik özelliklerinden etkilendiler ve onunla tam bir kopuş içinde olamadılar. Olamadılar çünkü, devlet kapitalizminin doğası, en geniş burjuva demokrasisine karşı ve otoriteryendi.

    Yirminci yüzyılın ilk büyük işçi devriminin önderi Lenin, Yaklaşan Felaket adlı çalışmasında, sosyalizmin, “Bütün halkın hizmetine verilmiş ve bunun için de kapitalist bir tekel olmaktan çıkan, kapitalist devlet tekelinden başka bir şey,” olmadığını açıkladı. Üretim araçlarının devlet tarafından mülk edinildiği, yani devletin tek mülk sahibi haline getirildiği bu sistemi Lenin sosyalizm olarak, yani proletaryanın hakim olduğu bir devlet kapitalizmi olarak niteledi ve şunu belirtti: “…bu, bizim proleter devletimiz tarafından hoşgörüyle karşılanan bir kapitalizmdir: oysa, devlet biziz. Öyle incelenmeli ve öyle yapılmalı ki, devlet kapitalizmi proleter devlette kendisine prolettaryanın saptadığı ve proletarya için elverişli olan koşulları ve çerçeveyi aşamasın, aşmaya cesaret edemesin.”

    Her benzetmenin ya da teşbihin kaba hatalar içerdiğini ve hoşgörünüze sığınarak, proletaryanın burada bir yılan terbiyecisini anımsattığını belirtelim. Hiç kuşku yok ki Lenin’in tesbitleri bilimseldir. Devlet eğer üretim araçlarının sahibiyse bu bir devlet kapitalizmidir. Devlet kapitalizmine proletarya egemense, yani iktidar burjuvazinin değil, proletaryanın elindeyse, bu kapitalizm halkın çıkarlarına hizmet ediyor demektir ve bu sosyalizmdir. Ama sosyalizmin yegane biçimi değil, bir biçimidir. Tarih, üç temel mülkiyet biçimini ortaya çıkardı: Özel mülkiyet, devlet mülkiyeti, kollektif mülkiyet. Sosyalizmin bir diger biçimi, üretim araçlarının, devletsiz (klasik, profesyonel anlamda), doğrudan, kollektif mülkiyetidir. Bu mülkiyet biçiminin egemen olduğu sistemi, Ekim Devriminden beş ay önce (Mart- nisan, 1917) Lenin şöyle açıklamıştı: “Sürekli ordusu olmayan, halkın karşısında bir polis gücü olmayan, ve halkın üzerinde bir memurlar örgütü olmayan bir devlet.”

    Ekim Devrimi, Lenin’in, Paris Komünü deneylerine dayanan görüşlerini değiştirmesine yol açtı. Ayaklanmayla gerçekleşen devrim, eski devlet mekanizmasını parçaladı, onun kalıntılarını da bağrına çekerek, kısa zamanda, profesyonel bir devlete dönüştü ve kendisini boğmaya kalkışan güçlere karşı savaş sürecinde de büyüdü. Gerçek durum neydi, neler oldu? Şimdi bunu biraz daha yakından inceleyelim.

                       SANAYİDE VE TARIMDA MERKEZİLEŞME

    Ekim Devrimi, kendini ilkin savaş komünizmiyle savundu. Bu, devrimin, iç ve dış müdahaleyi çökertmeye hizmet edecek her türlü müsadere hakkına sahip olması demekti. Devletin tayin edici gücü, savaş komünizmiyle, devrimin ruhuna yerleşti. Bunu NEP politikası izledi. Devrim, Dünya savaşının yol açtığı açlığı ortadan kaldırmak ve yıkılan sanayiye birikim sağlamak için tarımsal üretimi ve dağıtımı büyük ölçekte örgütlemeye girişti. Kapitalizmin, kendi kontrolü altında soluk almasına izin verdi. Savaş komünizminden canı yanan köylüleri yatıştırmak için de bu şarttı. Bununla birlikte devrim, hem büyük ölçekli üretimin, “mümkün olan en büyük merkezileşmesi” yolundaki çabalarını yoğunlaştırdı, hem de iç ve dış tehlikeyi savmak amacıyla devleti güçlendirdi. Lenin, hayatının son yıllarında, devrimin yarattığı devleti şöyle anlatıyordu:

    “Şimdi hükümet görevlilerinden oluşan büyük bir ordumuz var, ama bunların üzerinde gerçek bir denetim sağlayacak yeterince eğitilmiş güçlere sahip değiliz. Genellikle siyasi iktidarı yürüttüğümüz tepede, makina, bir şekilde işliyor; ama aşağıda hükümet görevlileri keyfi bir denetim gücüne sahipler ve onu sık sık bizim ölçütlerimizle çelişen bir tarzda kullanıyorlar. Tepede kaç kişi olduklarını tam olarak bilmediğim, ama birkaç bini geçmediğini sandığım, sayıları en fazla on binleri bulan, bizden insanlar var. Oysa aşağıda Çar’dan ve burjuva toplumundan aldığımız, kısmen bilerek, kısmen de istemeden bize karşı çalışan yüzbinlerce memur bulunuyor.”

    Güçlenen, topluma hakim olan ve giderek tüm mülklerin sahibi ve toplumun mutlak hakimi yolunda ilerleyen devlet, Lenin’in, Komünizmin gereği ve ön varsayımı olarak belirttiği ilkeyi, “..Büyük ölçekli üretimin mümkün olan en büyük merkezileşmesini,” sağlamayı, “Herhangi bir sanayi dalındaki bütün girişimler üzerinde doğrudan denetim yetkisine,” sahip olmayı ve bundan da daha önemlisi, endüstriyi hızlandırılmış büyüme bantına sokmak için, tarımsal artı-ürünün kaymağına tamamıyla el koymayı esas aldı. 1929’da, topraksız köylülerin desteğini kazanan, büyük bir kollektifleştirme hareketine başladı. Birkaç amaç vardı. Birincisi, kulak çitliklerini, devlet çiftliklerine dönüştürmek, köylülüğün diger kesimlerini kolhozlarda birleştirerek devleti kır mülkiyetinin tek sahibi haline getirmek; ikincisi, tarımı makinalaştırarak, büyük ölçekli üretime geçmek, artan tarımsal ürünü ve açığa çıkan kol emeğini sanayiye aktarmak; üçüncüsü, şehirlerdeki yiyecek karnesi sistemini ortadan kaldırmak. Tabi, Devlet bu ve benzeri amaçları gerçekleştirmeyi düşünürken, Marksizmin, köylülerin asla zorlanmaması, onların iknasının zamana yayılması konusundaki anlayışını dikkate almadı. Kollektifleştirme anında, yer yer köylü ayaklanmaları oldu. Bir karşı koyuş biçimi olarak toplu hayvan kırımları, kolhoz mallarına zarar vermeler ortaya çıktı. Direnişlere önderlik edenlerin kurşuna dizilmeleri ve kitlesel tutuklanmalar, devlet ile köylü yığınlarının önemli bir bölümünün arasını açtı. Stalin, daha sonra, “trajik” hataların yapıldığını söyledi. Kollektifleştirme tufanı 1933’e kadar sürmesine rağmen, ilk bir yılda büyük çaplı kollektifleştirmeler yapıldı. Devlet, mart 1930’da, tepkileri yumuşatmak, köylülerle barışmak için, her kolhozcuya bir bahçe, bir inek, küçük baş hayvan ve kümes hayvanlarına sahip olma hakkını tanımak zorunda kaldı. İstenilen ölçüde ürün alınmaması üzerine, devlet iki yıl sonra (mayıs 1932) yeni bir karar aldı. Beş yıllık merkezi planın istediği üründen fazla üretilen ürünlerin kolhozlar tarafından pazarda satılmasına izin verdi. 1934’de ise, bazı kulaklara yeniden seçim hakkı tanıdı ve din aleyhtarı propagandayı gevşetti. Köylüler, kolhozlardan, ülkedeki tüm ekili alanların yüzde üçünü oluşturan küçük özel bahçe veya tarlalara sığınma hareketine girdiklerinde, devlet aldığı bazı kararları 4 yıl sonra kaldırıp, yeniden zorlayıcı tedbirlere döndü. Bu durum, Kolhozlarda çalışan köylünün isteksizliğini derinleştirdi. Köylü, yarattığı artı-ürünün kaymağının kendi yaşamına dönmediğini, endüstriye aktarıldığını biliyordu. Bu yüzden, Merkezi Plan’ın kolhozlardan zorunlu olarak, istediği ürünlerin dışında, fazla bir ürün üretmeme tavrı içine girdi. Tarımsal üretim, sonuçta, merkezi planın hedeflerini aşmadı. Tüm bu zorlayıcı, Jakoben tedbirlere rağmen, 1935’e gelindiğinde, tarımsal üretimdeki gelişme, besin karneleri usulünün kaldırılmasına imkan verdi. İşçi sınıfı, toplam nüfusun yüzde 17’sinden, yüzde 33’e yükseldi. Devlet, Kollektifleştirmeyle, tacirleri, spekülatörleri, meta dolaşımı alanından tamamen silip attı; kendisini ve işletmelerini, kooperatifleri, kolhozları bu alana egemen kıldı. Stalin’in deyimiyle pazara “sovyetik ticaret” egemen oldu.

    “Kollektifleştirmenin artan hızını gözönünde bulunduran Parti Merkez Komitesi, traktör, biçer döver, traktör römorku vb. İmal eden fabrikalar kurma çalışmalarının da hızlandırılmasını zorunlu görüyordu.” (Bolşevik P Tarihi, 381)

    Toplum, başdöndürücü bir çalışma seferberliğinin nesnesi haline gelmek üzereydi. Sanayinin hızının, tüketim maddeleri üretimine soluk aldıracak tarzda, azıcık düşürülmesini kimse korkusundan söyleyemiyordu. Stalin, “…sanayimizin gelişme hızını düşürmenin gerekli olduğunu söyleyenler, sosyalizmin düşmanlarıdır, sınıf düşmanlarımızın ajanlarıdır” diyordu. (age, 387) Kapitalist kuşatmaya karşı koymanın tek yolu, hızla sanayileşmekten, tarihi zorlamaktan geçiyordu. “İleri ülkelerden elli ya da yüz yıl gerideyiz,” diyordu Stalin. “Bu mesafeyi on yıl içinde kapatmamız gerekiyor. Ya bu mesafeyi kapatırız, ya da bizi ezerler.” (age, 390)

    Dıştan durgun, azametli ve yekpare bir yapı olarak görünen devlet kapitalizmi, dolaşım girdabında dönüp elinde toplanan para sermayeyi, hızlandırılmış bir tempoyla, üretken sermayeye, yani yeni sanayi yatırımlarına akıtıyordu. Artık tüm yerel, bölgesel merkezler, işlevlerini, “devletin genel üretimi yönlendirişine ve kararlarına uygun olarak belirlemek,” zorundaydılar. Toplum, tepeden tabana doğru şaşmaz bir hiyerarşik kumanda ve delagasyon sistemiyle işleyen ve İşveren durumunda olan devlet ile işçi durumunda olan halk şeklinde (ötekilerle biz şeklinde) iki büyük kampa bölünmüştü. Devlet, toplumu, emperyalist kuşatmaya karşı sosyalizmi inşa şiarıyla çalışma seferberliğine çağırmış, toplum ise, dev bir örümcek ağını andıran ve çimentosu devlet kapitalizminin maddi zorunluluklarından oluşan, beton bir labirent içinde bu seferberliği kabullenmişti. Bu seferberlik sürecinde, çalışmayı teşvik ve ödüllendirme, üretimi kamçılayıcı bir rol oynadı. Sadece işçiler arasındaki yarışı değil, devlet işletmeleri arasındaki rekabeti de canlandırdı. Devlet işletmeleri arasında zaten, tam istihdamla çalışma, büyüme ya da merkezi planın hedeflerini aşma amacıyla, dev bir kapitalist tekelin işletmeleri arsındaki rekabeti andıran bir rakabet vardı. 

    Sosyalizmin temel yaşam ilkelerinden birisi, artı-ürünü yaratan yığınların ihtiyaçlarını mümkün olan en yüksek düzeyde karşılamaydı. Devrim, “tarihi zorunluluklar” nedeniyle bu ilkeyi askıya aldı. İhtiyaçları kıstı, ücretleri dondurdu; sendikaları bürokratik devlet sosyalizminin organlarına dönüştürdü, grev, toplu sözleşme ve iş yaşamının kollektif olarak belirlenmesi gibi temel hakları yaşamın dışına sürdü. Kapitalist Kuşatılma ve sanayi alanında onu geride bırakma psikozuyla sürdürülen tüm bu seferberlikler, genişletilmiş yeniden üretim çarkını büyüttü. Yükselen artı-değer, ya da artı-ürün, yatırım malları sektörü ve silahlanma başta olmak üzere, eğitim, sağlık, yol gibi kamu harcamalarına ve ayrıcalıklı yaşam alanlarına ayrıldı. Anti-faşist savaşın yol açtığı çok büyük bir insan (işgücü) ve endüstüriyel değer kaybına rağmen, endüstüriyel artış (1928-50 arası) 6 katı buldu. Devlet görevlilerinin ücretleri yükselirken, normal işçi ücretleri  1928’in altında kaldı.

                                DEVLETLİ KOMÜNİZM

                                VE YIĞINSAL TEMİZLİK

    1936’ya gelindiğinde, bürokrasi, varoluş şartını, yönetme, ömür boyu tasarruf etme veya sahip olma şartına bağlayan dev bir devlet tekelinin gerçek sahibi haline gelmişti. Halkın tepesinde, görevinden ancak devrimle alınabilecek bir devlet burjuvazisi görünümündeydi. Sosyalizmi inşa ruhu, partide ve partinin etkilediği kesimlerde hala canlı olmasına rağmen, çalışan yığınların, üretim araçlarına ve onun sahibi olan devlete yabancılaşması derinleşmişti. Bununla birlikte, merkezi planlama ve tüm toplumu saran üretim seferberliği sonucunda, büyük bir birikim ortaya çıkmıştı. Fabrikalar, Buharin’in deyimiyle, “her şeyi yutan dev oburlar gibi muazzam biçimde büyümüş,” yaygınlaşmış, kitleleri tüketim araçlarından, miktar ve çeşni olarak yoksun bırakmıştı. ” Sadece kentler değil, kırın da çehresi değişmişti. Kırdaki bu değişimi Stalin, daha 1933’lerde, gerçekçi bir yaklaşımla şöyle betimliyordu:

    “Kırsal alanın görünüşü daha da değişti. Kiliselerin en güzel yerde bulunduğu, en iyi evlerin –polis müdürü, rahip ve kulaklara ait olan- ön planda olduğu ve viran köylü evlerinin arka sırada yer aldığı eski tür köy görünümleri yok olmaya başladı. Bunların yerini, kamu çiftliği binaları, kulüpleri, radyosu, sineması, okulları, kütüphaneleri ve kreşleriyle; traktörleri, harman makineleri, biçer döverleri ve otomobilleriyle yeni bir köy türü almaya başladı.” (Stalin, K.N. Cameron, sf. 92)

    1936 anayasası, devletin kurulduğundan bu yana, topyekün, ülkenin sanayileşmesine ve devletsel kollektivizasyonuna yönelip sonuç aldığı böylesi bir durumda ortaya çıktı. “İstihdam hakkı garantisi”, “ücretsiz sağlık hizmeti”, “ücretli yıllık izin”, “sekizinci sınıfa kadar ücretsiz eğitim hakkı” ve “tam ücretle annelik izni” gibi önemli haklara yol açtı. En yüksek artı-ürünü güvence altına alarak, ağır sanayide inanılmaz bir büyüme sağlayan bürokrasi, üretim kapasitesinin sistemli genişlemesi ile milyonlarca emekçinin ücretinin ya da alım ğücünün asgari seviyede tutulması politikasını, yığınların sessiz itaatına, stakhanovist özverisine dayandırmıştı ve bu durumun devamından yanaydı. Öyle bir hava yaratılmış ve öyle bir noktaya gelinmişti ki, Devlet artık, Stalin’in deyimiyle, “Fabrikaların üretken organizmalardan meclislere dönüşmesine izin veremezdi.” Tüm bu başarılar, bürokrasinin kurduğu demir hiyerarşiye borçluydu. Üretimde taban inisiyatifine ve kollektif işçi yönetimine izin verilemezdi. Sanayinin yeniden inşasında ortaya çıkan sorunlar, yine Stalin’in deyimiyle, “Hem partinin hem de sendikal örgütlerin tek kişinin yönetimi ve kesin bir iş sorumluluğu sağlanmadan çözülemezdi.” (age. Sf.93)

    İşçi sınıfının öncülüğüne ve kurtuluşuna samimi ve derin bir tarzda inanan Stalin, devletin başındaydı ve tüm yaşamını, onu güçlendirmeye hasretmişti. Gelgelelim ki dizginsiz bir üretim hırsı ve “sosyalist devlet” aşkı olarak ortaya çıkan mevcut büyük pratik, aynı zamanda Stalin’in pratiğiydi ve onun iyi niyetinin tersine işliyordu. Her şeyi, plan, teknik ve kadrolar belirliyordu. Devrimin ruhuyla devletin ruhu aynileşmişti. 1936 anayasası taslağı vesilesiyle yaptığı konuşmada Stalin, “İşçi sınıfı ile köylülük arasındaki, aynı şekilde bu sınıflar ile aydınlar arasındaki sınır çizgisinin silindiğini, …bu toplumsal gruplar arasındaki ekonomik çelişkilerin yok olduğunu, …bu toplumsal gruplar arsındaki politik çelişkilerin de yok olduğunu, silindiğini,” (Leninizmin Sorunları, 625) söylüyordu. 

    Bu tabi, bürokrasi için bir zafer anlamına geliyordu. Emekçi halktan kendisine yönelecek mücadelelerin ebediyen tatili anlamına geliyordu. Çünkü devrim, tarihsel görevini esas olarak tamamlamış bulunuyordu. “Sömürü kaldırıldığına, sömürücüler artık var olmadıklarına ve artık baskı altında tutulacak kimse bulunmadığına göre,” (age,731) , toplumsal gruplar arasındaki ekonomik ve politik çelişkiler de yok olduğuna göre, proletarya da yok olmuş demektir. Çünkü işçi sınıfı, “…yalnız üretim alet ve araçlarından yoksun olmamakla kalmıyor, onlara tüm halkla birlikte ortaklaşa sahip bulunuyor. Ve madem ki, işçi sınıfı üretim alet ve araçlarına sahiptir ve kapitalistler sınıfı ortadan kalkmıştır, her türlü, işçi sınıfını sömürme olanakları da ortadan kalkmıştır. Bundan sonra işçi sınıfımıza proletarya denilebilir mi artık? Denilemeyeceği açıktır.”

    Stalin, böylesi bir durumun, sosyalizmin sonu ve komünizmin başlangıcı olduğunu bilmiyor muydu? Hiç kuşku yok ki biliyordu. Bildiği için de Marksist teoriyi mevcut pratiğe uydurma ya da bu pratikten yeni bir teori çıkarma çabası içine girdi. Stalin’in üzerinde durduğu tez, devletli komünizmdi. Artık sınıfların ve sınıf mücadelesinin olmadığı görüşüne dayanan bu tez, bürokrat burjuvazinin de işini kolaylaştırıyordu. Marksist teoriye göre, komünizmde devlet ve aile başta olmak üzere tüm örgütler ortadan kalkardı. Sosyalist aşama bitmiş, komünizmin şafağı görünmüştü ama orta yerde oldukça güçlü bir devlet vardı. Stalin bu noktada Engels’in tezlerini ele aldı. Engels, komünizme geçişi, sosyalizmin tek ülkede zaferine yani tamamlanmasına değil, sosyalizmin, tüm dünya çapında veya ülkelerin çoğunda zafer kazanması şartına bağlıyordu. Stalin’e göre Engels doğruydu. Ama ardan yarım asır geçmiş, şartlar değişmiş, ortaya, sosyalizm aşamasını içte tamamlamış, bu anlamda devleti gereksiz hale getirmiş bir ülke vardı. Komünizmin şafağına dayanan bu ülke, dış bir askeri saldırı tehditi altındaydı ve bundan dolayı, “…uluslararası konjöktürü bir yana bırakmayan ve iyi hazırlanmış bir ordu, iyi örgütlenmiş cezai organlar ve sağlam haberalma örgütleri sahibi” olan devletini ayakta tutmak, komünizme bu devletle girmek, Marksist teoriyi de bu gerçeğe göre düzeltmek gerekiyordu. Stalin bu konuda oldukça samimi ve emindi:

    “Gördüğünüz gibi, şimdi yepyeni bir devletimiz, tarihte benzeri olmayan ve, biçimi ve işlevleri bakımından, birinci evrenin sosyalist devletinden gözle görülürcesine ayrılan sosyalist bir devletimiz var.

    Ama gelişme bu kadarla kalmaz.Daha öteye, ileriye, komünizme doğru gidiyoruz. Devlet, komünizm döneminde de varlığını sürdürecek mi?

    Evet, eğer kapitalist kuşatma ortadan kaldırılmazsa, eğer dış askeri saldırı tehlikesi yok edilmezse, sürdürecek.” (Leninizmin sorunları, 731)

    Marx, insanların varlığını, bilinçlerinin değil, toplumsal varlıklarının belirlediğini söyler. Tüm bu gerçekler, güçlenen devletin, Stalin’i yönettiğini, güçlenen devlet bilincinin, Stalin’in bilincini belirlediğini göstermiyor mu? Bir komünist, emperyalizm çağında, proletaryanın yönettiği bir devlet kapitalizminin, uluslararsı kapitalizmden tamamen kopuk olmadığını, ona, görünen ve görünmeyen binbir ekonomik, sosyal, siyasal bağla bağlı olduğunu bilir. Bir komünist, ister sosyalist, ister kapitalist, ister feodal veya köleci, hangi türden olursa olsun, devleti, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının bir ifadesi olarak, üretim ilişkilerinin ve sınıf egemenliğinin yeniden üretiminin bir aracı olarak kavrar.  Birikim ve genişletilmiş yeniden üretim diye bir şey varsa, değer yasası varsa, içerdikleri ortalama emekle pazarlarda mallar dolaşıyorsa,  toplumsal emeğin oransal dağılımını sağlayan mübadele diye bir olgu varsa, para varsa; kafa ile kol emeği, şehir ile köy arasında bir fark varsa; emeğe göre ücret, yani eşit olmayan fiziki cüsselerin, aynı zaman süresi içinde harcadıkları, eşit olmayan emeğe, eşit ücret ödenmesi diye bir hukuk varsa; aile başta olmak üzere bir yığın örgüt varsa; baskıya karşı yükselen, özgürlük diye bir kavram varsa; orada farklılık, orada sahiplik duygusu, biçimi ve derecesi ne olursa olsun, bir mülk duygusu ve burjuva hukuku var demektir. Ve yine, orada, biçimi ne olursa olsun, -ister profesyonel bir orduya ve bürokrasiye sahip, merkezi bir devlet, isterse tüm görevlerinin komünlere devredildiği, yani halkın, onbinlerce komün aracılığıyla silahlandığı, doğrudan demokrasinin  öznesi haline geldiği ve merkezi devletin yerini, seçimle gelen, ordusuz, bürokrasisi oldukça zayıf bir koordine  örgütüne bıraktığı, komünal,” bir devlet var demektir.

    Genişletilmiş yeniden üretimi, özellikle de üretim araçlarının üretimini, yoğunlaştırılmış Stahanovist çalışmayı, emek kahramanlığını, egemenlik alanlarını her şeyin üstünde tutan bir devletin yöneticisi olarak Stalin, yine aynı konuşmasında, bazılarının anayasaya, gelişen özerk cumhuriyetlerin, federe Sovyet Sosoyalist cumhuriyetler statüsüne yükseltilmesine dair bir maddenin konulmasına karşı çıkıyor. Karşı çıkış gerekçelerinden birisi, “Özerk cumhuriyetlerin, federe cumhuriyetler safına geçmesi, onların ekonomik ve kültürel olgunlukları ile gerekçelendirilemez,” şeklindedir ve haklıdır. Ama konuşmasının devamında, bu karşı çıkış gerekçesi önemini yitiriyor, onun yerini, güçlenen devletin egemenlik duygusu alıyor. Bilindiği gibi, federe cumhuriyetin, Sovyetlerden ayrılma hakkı, anayasal bir haktır. Stalin bu noktayı dikkate alarak, ayrılma hakkına sahip federe bir cumhuriyetin,  “çevrede yer alan bir cumhuriyet olması ve herbir yandan SSCB toprakları ile çevrili bulunmaması gerekir.” Eğer içte ise, “SSCB’den çıkacağı bir yer yoksa,” bu cumhuriyet ayrılma hakkına sahip değildir. Tabi Stalin bununla kalmıyor, Sovyet sınırlarında olup da, nüfusu bir milyonun altında bulunan küçük uluslara da artık ayrılma hakkının tanınmayacağını ilan ediyor. “Çünkü,” diyor, “çok az nüfusu ve önemsiz bir ordusu olan bir küçük sovyet cumhuriyetinin bağımsız bir devlet olarak var olabileceğini var saymak, bir yanılgı olurdu. Açğözlü, yırtıcı emperyalistlerin hiç gecikmeden bu cumhuriyete el atacaklarından kuşku duyulamaz.” (Leninizmin Sorunları, 644)

    Nüfusu 900 bin olan Çeçen’ler, Stalin döneminde ayrılmayı talep etselerdi, bugün yaşadıkları dramı, değişik bir biçimde, o gün de yaşarlar mıydı acaba? Maksizm’in ulusal soruna dair teorisini zenginleştiren Stalin’in böylesi bir duruş içinde olmasının nedeni, başında bulunduğu devlettir. Devletin ruhunu egemenlik belirler. Devlet güçlendikçe, özgürlük zayıflar. Devlet güçlendikçe, onu yönetenler de güçlenir ve devlete daha çok benzerler. Devletin başında olanların ilerleyişleri, devletin zayıflatılması yönünde olmaz.

    Stalin’in, 1936’da, tüm farkların silindiği, sosyalizm aşamasının tamamlandığı şeklindeki açıklamasından bir yıl sonra, muhalefete karşı yeni bir temizlik hareketi başlatıldı. Stalin’in deyimiyle, “1937’de, Tuhaçevski, Yakir, Uboreviç ve öbür canavarlar kurşuna dizilmeye mahkum oldular… 1938 başlarında, Rozengolz, Rikov, Buharin ve öbür canavarlar kurşuna dizilmeye mahkum oldu.” (Age, 744) Genel kurmay başkanı Tuhaçevsi başta olmak  üzere generallerin yarıya yakını infaz edildi. Kruşçev’in 20. Parti Kongresi’ne sunduğu rapora göre, 1937-1938 temizlik kampanyalarında, “17. Kongre’ye katılan Parti merkez Komitesinin 139 üye ve aday üyesinden 98 kişinin, yani yüzde 70’nin…. 1966 delegeden ise 1108 kişinin, karşı devrimci suçlar işlemek gerekçesiyle tutuklandığı ve vurulduğu,” tesbit edilmiştir. Tabi bu, genel temizlik hareketinin, parti üst kadrolarına yönelik cephesiydi. Yüzbinlerce insanın tutuklandığı ve Aralık 1934 Ceza Yasası’nda, yapılan, ‘terörist örgütlerle’ ilgili özel bir değişikliğe göre sorgulanıp yargılandıkları biliniyor. Bu Yasa değişikliğine göre her dava için 10 gün mühlet tanınıyor, iddianame sanığa, duruşmadan 24 saat önce veriliyor, avukatların müdahil olarak bulunmaları ve bir üst mahkemeye başvuruları yasaklanıyordu. Bu yasa, 1956’da iptal edildi. (Stalin, K.N. Cameron, 154-225, Ceylan Yayıncılık) Ne yazık ki, nice değerli kadrolar ve sayıları binleri, onbinleri bulan suçsuz insanlar, kuşku, korku ve ihbar ortamının kurbanı oldular. Andrey Jdanov 18. Parti Kongresinde (1939) yaptığı konuşmada, düşmanın, “teyakkuz kılıfıyla”, “mümkün olan en fazla sayıda dürüst komünisti zan altında bıraktığını, karşılıklı güvensizliğin kurbanı haline getirmeye çalıştığını” açıkladı. Kruşçev ise 22. Kongre’de, Mareşal Tuhaçevski tarafından yönetilen bir kısım subayın, Alman istihbarat servislerinin düzenledikleri sahte raporlara kanılarak, savaştan hemen önce kurşuna dizildiklerini açıkladı. Stalin’in, 1939’da, 18. Parti Kongresi’nde yaptığı konuşma, bu tip iddiaları doğrular nitelikteydi:

    “Temizliğin büyük yanlışlıklar olmadan yapıldığı söylenemez. Ne yazık ki, bu yanlışlıklar varsayılabileceğinden daha çok oldu. Artık yığınsal temizleme yöntemi kullanma zorunda olmadığımızdan kuşku yok. Ama 1933-1936 temizliği kaçınılmaz idi; genel olarak, bu temizlik olumlu sonuçlar verdi. Bu, 18. Kongre’de, 1.600 000 dolaylarında parti üyesi, yani 17. Kongredekinden 270 000 kadar az üye temsil edilmiş bulunuyor. Ama bunda kötü bir şey yok. Tersine, iyilik var; çünkü parti, kendini pislikten arındırarak güçlendirir.” (Leninizmin sorunları, 718) Stalin aynı konuşmasında, 1937- 1938’de yapılan ikinci “yığınsal temizlik” hareketinin gerekli olup olmadığına hiç değinmiyor.

    “Sosyalist inşayı tamamlayan”, farklılıkları her alanda yokeden ve “komünizme kerte kerte” geçmekte olan bir devlet, nasıl oluyorsa, birden bire kurşuna dizilmeyi hakkeden “canavarlar”la ve “yığınsal temizliği” zorunlu hale getiren onbinlerce “pislik”le karşılaşıyor.

    Devletin daha çok merkezileşmesi, çalışma seferberliğinin güçlendirilmesi ve ücretler arasındaki uçurumun daha çok derinleşmesi. 1939’ gelindiğinde pik demir üretimi 15 milyon tona erişmişti. Bu, İngilterede 7 milyon tondu. Gelişen sanayi, Stalin’in çağrısıyla, makinalaşmakta olan Kolhozlardan her yıl, “ en az bir buçuk milyon genç kolhozcu vermelerini rica” ediyordu. Ekonomisini güçlendiren ve yığınsal temizlik kampanyalarını tamamlayan devlet, kendini, öncesine nazaran daha  bir güvenlikte hissetmeye başladı. İşçi sınıfının ve tüm toplumun üretici güçlerinin daha ileri boyutlarda gelişebilmesi için, bireyin kendine ayırabileceği serbest bir alanın oluşturulması sorunu üzerinde ciddiyetle durmayı kafasına koyduğu bir anda dünya savaşı patladı.

                    

                    SAVUNMA SAVAŞI

                 GENİŞLEME EĞİLİMLERİ

             VE AYRICALIKLARIN GÜÇLENMESİ

   

    Batının Sovyetlerle ittifaka yanaşmaması ve pasifikasyon siyasetiyle, bir Alman Sovyet savaşını alttan alta kışkırtmaya başlaması üzerine, Sovyetler, 23 ağustos 1939’da Almanya ile bir saldırmazlık paktı imzalamak zorunda kaldı. Bu anlaşma ile, kaçınılmaz hale gelen savaş, resmen başlamış oldu. Batılı kaynaklara göre, anlaşmanın gizli bir maddesinde, Polonya, iki devlet arasında parçalanıyor, Finlandiya, Estonya ve letonya devletleri Sovyetlere bırakılıyordu. Anlaşmayı izleyen aylar, ne yazık ki, bu iddiayı doğrulayacak nitelikteki gelişmelere sahne oldu. Anlaşmanın imzalanmasından bir hafta sonra, Alman orduları bir yıldırım baskınıyla Polonya’yı işgal etmeye başladılar. Bunu aynı ay içinde, Sovyetlerin doğudan başlayan işgali izledi. 22-28 eylül görüşmeleriyle, tesbit edilen bir sınır hattı üzerinde, Kızıl Ordu ile Alman Ordusu yüz yüze geldi. İstediklerinden daha fazla yeri işgal eden Almanlar, Sovyetlere bırakılan Lwow ile Bialystok’u derhal boşaltıp, Kızıl Ordu’ya teslim ettiler. Polonya’nın işgali, batıdan ve doğudan tamamlanınca, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotof, Polonya’nın, Versay Antlaşması ile ortaya çıkan uydurma bir devlet olduğunu ve tarihe karıştığını açıkladı.

    Sovyetler, Polonya sorununun halledilmesinden iki ay sonra, Finlandiya’ya yöneldi; Hanko’da ve Botni Körfezi adalarında askeri üs talebinde bulundu. Finlandiya’nın bu isteği red etmesi üzerine, Sovyetler, 29 kasımda diplomatik ilişkileri kesti ve ertesi gün, hava filolarıyla Helsinki ve diger önemli şehirleri bombalamaya başladı. Ertesi gün, 100 Sovyet tümeni sınırı geçerek Finlandiya’ya girdi. Karşılarında 15 Fin tümeni vardı. Zorlu kış şartlarında, buzlar üzerinde, Finlandiyalılar, dünyayı şaşırtan bir direniş sergilediler. Sovyetler, Batılı devletlerin sert tepkileriyle karşılaştılar ve Cemiyet-ı Akvam’dan (Bugünün Birleşmiş Milletleri) çıkarıldılar. İsveç’ten ve Fransa’dan silah ve gönüllüler gelmeye başladı. Ülkede kalmak, Batılıların desteğini arkasına alan bir direnişle sürekli cebelleşmek demekti. Üç ay süren savaşın sonunda, Fransa’nın hazırladığı ordu, yola çıkmadan önce, Fin’liler, Sovyetlerin sunduğu barış anlaşmasını kabul ettiler ve Kızıl Ordu çekildi.

    Sovyetler, Polonya’nın çökmesinden sonra, Litvanya devletini nüfuz alanı içine aldı. Litvanya’lılar Sovyetlere askeri üsler verince, 10 ekim 1939’da, başkent Vilnius’u geri verdiler. Hitlerin avrupadaki hızlı ve başarılı bahar savaşları üzerine,  Sovyetler, karar değiştirip, bu sefer de 15 haziran 1940’da Litvanya’yı işgal etti; yıkılan devletin yerine bir sovyet cumhuriyeti kuruldu. İki ay sonra ise, tüm dünyaya, Litvanya’nın Sovyetlere katıldığı, yani ilhak edildiği açıklandı.

    Kızıl Ordu’nun Litvanya’ya girmesinden iki gün sonra da, nüfusu bir milyondan fazla olan Estonya, 1932’de imzalanan Tartu saldırmazlık antlaşmasının tek taraflı yırtılmasıyla işgal edildi. İşgalin üçüncü günü başkent Tallin’e gelen SBKP politbüro üyesi Jdanov, J.Vares başkanlığında bir hükümet kurdu. Bir ay sonra, tek liste usülüyle seçime gitti. Seçilen meclis, 22 temmuz günü, Estonya’yı Sovyetler Birliği’ne katan bir karar aldı.

    Estonya’yı, 5 ağustos 1940 günü Letonya izledi. Bağımsızlığını Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kazanan, 2 milyon insanın yaşadığı bu küçük devlet, Milletler Cemiyetinin üyesiydi. ABD ve Fransa, Sovyetler’in, Estonya’yı ilhakına karşı çıktılar. İngiltere ise “de facto” olarak tanıdı.

    Sovyetler, Baltık devletlerini kendisine katma hareketlerini sürdürürken, 26 haziran 1940’da, Romanya’ya toprak talebini içeren bir ültimatom verdi ve ardından, Jukov’un komutasındaki birliklerle Besarabya’yı ve Bukovina’nın kuzeyini işgal edip, kendisine kattı.

    Tüm bu hareketler, yaklaşmakta olan bir Alman saldırısına karşı, Sovyetlerin saldırıyı kendi sınırları ötesinde karşılama ve bu anlamda sırf bir güvenlik kuşağı oluşturma gerekçesiyle açıklanamaz. Bu, önemli bir sorun ve gerekçe olmakla birlikte, asıl sorun ya da gerekçe, güçlenen Sovyet Devleti’nin genişleme arzusudur. Devrimin, tarihe ve devlet kapitalizmine teslim olması sorunudur. Sorun sırf, Sovyetlerin Alman saldırısına karşı bir güvenlik sorunu olsaydı, Sovyetler bu ilhakları, Almanya’nın yenilgisinden sonra da gerçekleştirmezdi.

    Hitler, Dünya sanayisinin ana kalesi durumunda olan Avrupa’yı, büyük bölümüyle istila ettikten sonra Sovyetlere yöneldi. 1941’de Hitler’in baskısıyla Finlandiya Sovyetlere saldırdı. Saldırı Kızıl Ordu tarafından püskürtüldü. Bu sefer de Alman saldırısı ufukta göründü. Saldırı, 22 haziran 1941’de, 220 tümen, 10 bin tank ve 3200 uçakla başladı. Amaç, Sovyetleri tümüyle istila edip, Japonyayla birleşmek ve birlikte Amerika’yı istila etmekti. Saldırının karşısında, 1800 km. lik bir alana yayılan, 150 Sovyet tümeni vardı. Hitler'in “yıldırı savaşı” taktiği, dört ay içinde, iki milyon  Sovyet esiri ve Moskova önlerine dayanma gibi bir başarıya yol açtı.

    Beş kişilik bir Devlet Savunma Komitesi’nin sorumlusu ve Kızıl Ordu’nun baş komutanı olan Stalin, savaşın sevk ve idaresini doğrudan ele aldı, geniş cephe politikasını hayata geçirdi. Ortodoks kilisesi üzerindeki baskıyı kaldırdı. Napolyona karşı direnişin sembolü haline gelen Kutuzov’un resmini odasına astırdı, 22 hazirandan sonra, savaşı bir “Anavatan Savaşı” olarak niteledi, emperyalist güçler deyimini kullanmaktan itina ile kaçındı ve yeryüzünde sürmekte olan savaşı, “faşist saldırgan devletler” ile “Özgürlük yanlısı devletler” arasında cereyan eden bir savaş olarak niteledi. Kısa bir zamanda, işgale uğramış topraklarda yüzbinlerce partizan ortaya çıktı, 1400 fabrika batıdan doğuya taşındı. Ülke artık gece gündüz savaşma ve kesintisiz çalışma sürecine girmişti. İşçinin işyerini kendi isteğiyle değiştirme hakkı, zaten 1940’da çıkarılan bir yasa ile kaldırılmıştı.

    Hükümet Kuybuşev’e çekildiği halde Stalin Moskovada kaldı; çetin kış şartlarında, karşılıklı ve geniş çaplı imha hareketleriyle göğüs göğüse süren Moskova Savaşının doğrudan yönetimini bizzat eline aldı. İzlediği aktif savunma taktiği ile, Hitler’in 5 aralıkta, yapılmasına karar verdiği, son büyük saldırıyı durdurdu. Ertesi gün, Jukov’un emrinde, kış şartlarında, ani baskınlar için eğitilmiş özel bir orduyu, Alman zırhlı birliklerinin en zayıf noktasına saldırttı. Kuşatma parçalandı,  şok dalgaları halinde karşı saldırıya geçen Kızıl ordu, Kremlini top menzili içine almak üzere olan Alman ordusunu yirmi gün içinde 100 ve giderek 200 km savurup gerilere attı. Almanların tattıkları bu ilk yenilgi, Hitler’in, Moskova savaşındaki en gözde generallerini görevden almasına ve Wehrmacht Kara Kuvvetleri’nin baş komutanlığını bizzat yüklenmesine yol açtı.

    Moskova önlerinde yenilen Almanlar, Eylül 1942’de, 1 milyona yakın asker, binlerce tank ve uçakla Stalingrad’a yüklendiler. Eylül’ün sonunda şehrin bazı mahallelerine girdiler. Yerle bir edilen şehir, gücünü yıkıntılardan ve ceset yığınlarından alıyormuşcasına, tarihte eşi görülmemiş bir inatla direniyordu. Şehri düşürmeye çalışan VI. Ordu komutanı Mareşal Paulus, geri çekilmeyi önerdi. Hitler, tüm dünyanın dikkat merkezi haline gelen Stalingrad savaşından geri çekilmenin, bir kader sorunu olduğunu bildiği için, saldırıya devam etmeyi emretti. Geçen zaman süresi içinde Stalin, Jukov’un komutasındaki büyük bir orduyu, Alman ordusunun kuşatılması için harekete geçirdi. 23 kasımda Paulus kuşatıldı. Kuşatmayı dıştan yarmak için yardıma gelen Alman orduları püskürtüldü. Paulus, teslim olmayı reddedince, Kızıl Ordu 4 bin topla büyük bir imha hareketine başladı. Tümenlerini büyük ölçüde kaybeden Paulus, 31 ocakta, 24 generali ve geride kalan yüz bin askeriyle birlikte teslim oldu.

    Moskova yenilgisi, Hitlerin “yıldırım savaşı” taktiğinin sonu olmuştu. Stalingrad yenilgisi ise, Alman saldırı stratejisinin sonu oldu. İnsiyatif Kızıl orduya geçti. Bir ay sonra, yani 1943’ün martında, Stalin SSCB Mareşali ilan edildi. Sovyet şehirleri peş peşe kurtarılmaya başlandı. Gücü artan Kızıl Ordu generallerinin göğüsleri madalyalarla doldu. Batılı müttefiklerle ittifak dikkate alınarak, aynı yıl içinde Komüntern feshedildi, Moskova Patrikliği ise yeniden kuruldu.

    Sovyet orduları, Alman ordularını yene yene savaştan önceki sınırlarına vardıklarında, sayıları 8 milyona erişmişti. Baltık devletlerini ve Polonya’yı kurtaran Kızıl ordu, Jukov’un komutası altında, Berlin’e girdi. Müttefikler, Tahran ve Potsdam görüşmelerinde, Sovyetlerin daha önce ilhak ettiği Baltık devletlerini, Polonya’nın doğusunu, Romanya’ya ait Besarabya ile Bukovina’nın kuzeyini yeniden ilhak etmesini onayladılar. Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk ve Yugoslavya’yı kurtaran Kızıl Ordu, Çekoslavakyanın bıraktığı Askarpat Rutenya’sını aldı. Müttefikler, Uzakdoğuda Japonya’ya karşı şavaşa girmesinin karşılığı olarak da Kuril adalarını, Port-Arthur’u ve Sahalin’in güneyini Sovyet topraklarına kattı.

    Savaş, Almanya topraklarında sürerken, yani Sovyetler gücünün zirvesindeyken, 19 mart 1945’de, Molotof, Moskova’daki Türk elçisine, 1925’te imzalanan ve 7 kasım 1945’te ise bitecek olan dostluk ve saldırmazlık anlaşmasını iptal etmek istediğini, yeni bir anlaşmanın ise şu şartlara dayanması gerektiğini ileri sürdü: 1- Türk-Sovyet doğu sınırında değişiklik yapılması; 2- Bir saldırı anında ortak savunma için boğazlarda Sovyetlere askeri üs verilmesi; 3- Montrö antlaşmasının yeniden gözden geçirilmesi. Türkiye ilk iki teklifi reddetti, üçüncüyü görüşebileceğini bildirdi ve İngiltere’ye baş vurdu. İngiltere, Sovyetlere, bu isteklerin Potsdam Konferansı’nda görüşülmesini bildirdi. 17 temmuzda toplanan konferans, sovyetlerin boğazlarda üs ve Libya konusundaki manda isteğini kabul etmedi. İngiltere yaptığı açıklamada, Boğazların, tüm dünyayı ilgilendiren bir sorun olduğunu, Sovyet toprak isteğinin ise iki ülkeyi ilgilendirdiğini açıkladı. Bir yıl sonra (7 ağustos 1946) Sovyetler, üç ülkeye (Türkiye, ABD ve İngiltere), Boğazlar konusunda bir nota verdi. Sırtını İngiltere ve ABD’ye dayayan Türkiye, notayı kabul etmedi. 24 eylülde, Sovyetler bu kez sadece Türkiye’ye ikinci bir nota daha verdi. Türkiye bu notayı da reddetti. Boğazlar konusunda emperyalist devletlerle çekişmeyi göze alamayan Sovyet devleti, ısrarını sürdürmedi.

                             SAVAŞ SONRASINDA SOVYET DEVLETİ

    Savaşın sonuçları ağırdı. Yüz milyonluk sovyetlerin 20 milyonu ölmüş, milyonlarcası sakatlanmıştı. Yıkıntıya dönen ülke, ciddi bir konut sorunuyla karşı karşıyaydı. İşgale uğrayan bölgelerdeki endüstri ve tarım felç olmuş, Alman ordusunun müsadere siyaseti sonucu, hayvan sürüleri ortadan kalkmış, bu bölgelerde yaşayan Sovyet halkı büyük bir açlık tehlikesiyle yüz yüze kalmıştı. Savaşın olağanüstü boyutlarda merkezileştirdiği devlet, dördüncü ve beşinci beş yıllık planlarda (1946-1955) yeniden inşa şiarını yükselterek, üretim araçlarının üretimine, yani ağır sanayiye, geçmiştekinden daha büyük bir ciddiyetle sarıldı. Sulama konusunda dev tasarılar hazırlandı. Konut sorunları ve tüketime yönelik üretim, ağır sanayinin çıkarlarına tabi olarak ele alındı. Yani, devletin sahip olduğu ağır sanayi dallarındaki sermaye yatırımlarının gücü, herşeyi belirledi. Bu güç, ücretlerin artırılması, işçinin işyerini değiştirme hakkı üzerindeki yasağın kaldırılması, kolhoz köylülerinden alınan vergilerin hafifletilmesi, kısacası, yaşam şartlarının her alanda hızla yükseltilmesi gibi talepleri bir dönem için askıya aldı.

    Doğu Avrupa ülkelerinde ve en son Çekoslavakya’da (1948) komünistlerin iktidara gelmeleri ve bir yıl sonra da Çin Devrimi’nin gerçekleşmesi, Sovyetlerin ilk atom bombası deneyi, Batının soğuk savaş politikası çevresinde birleşmesine yol açtı. Kore Savaşı, Kapitalist blok ile sosyalist blok arasında dolaylı bir hesaplaşma  olarak ortaya çıktı. Soğuk savaş, sovyetlerdeki merkezileşmeyi zirvesine vardırdı. Dıştan yekpare gibi görünen devlet, iki karşıt kampa bölünmüştü. Devletin kumanda merkezinde bulunan ve merkezileşmeyi daha da derinleştirmekten yana olan Stalin’ci bürokratlar, birinci kampı oluşturuyordu. Bu kamp, teorik olarak eğitilmiş parti üyelerinin ve ordu komiserlerinin bir bölümüne, bilinçli, Stahanovist işçilere ve kolhoz ve sovhozlar içinde yer alan eski serf kökenli yoksul köylülere dayanıyordu. İkinci kamp ise, tam insiyatife ve nisbi bir özerkliğe sahip olmak isteyen işletme yöneticilerine ve teknogratlara; göğüsleri madalyalarla dolan, prestijleri ve imtiyazları artan, merkezin kontrol ve baskısından kurtularak, kendi alanlarında tam bir hareket serbestisi kazanmak isteyen generallere; devletin ağır vergilerine karşı çıkan, devlet karşısında pazarlık gücüne sahip olmak isteyen, devlete ait tarım makinalarının kira bedellerinin düşürülmesini veya bu makinaların kolhozlara verilmesini isteyen, kulak ve mujik kökenli kolhoz köylülerine; kalemini parti kontrolünün dışında kullanmak isteyen aydınlara; canlanmakta olan ruhban kalıntılarına dayanıyordu. Toplumun önemli bir kesimi, üretim araçları üretimini, hayatın merkezine yerleştiren, planı piyasaya hakim kılan, tüketimi kısan, zorun yanında, maddi teşviklerle üretimi durmadan kamçılayan, sendikalar başta olmak üzere, tüm örgütleri, bir nevi devlet örgütleri haline getirerek muhalefeti bastıran birinci kampa karşıydı. Bu bakımdan, Devletin politikasını birinci kamp belirlemesine rağmen, asıl egemen güç, ikinci kamptı.

    Stalin’in ölümünden iki ay önce, yahudi asıllı Rus doktorlarının, bazı politikacıları öldürdüklerinin tesbit edildiği ileri sürüldü ve bunun  üzerine, “Beyaz gömlekliler komplosu” adıyla yeni bir temizleme kampanyası başlatıldı. Ancak, Stalin’in 5 mart 1953’de ölmesiyle kampanya sona erdi. Bunun yerini, iki kamp arasındaki mücadele aldı. Aslında Stalin’in ölümü yeni bir durum değildi. Devrimin ortaya çıkardığı, Stalinin de güçlendirdiği devlet, Stalin’i çok önceden öldürmüştü. Durum Hz. Süleyman’ın ölümünü anımsatıyordu. Süleyman ölmüş ama bastonuna dayandığı için düşmemişti. Herkes O’nun yaşadığını sanıyordu. Bastonu kemiren küçük bir kurtçuk, bir zaman sonra onun incelmesine ve kırılıp Süleyman’la birlikte düşmesine yol açmıştı. Tebası, Süleyman’ın öldüğüne o zaman inanmıştı. Tabi Stalin’in ölümü, yeri doldurulamaz büyük bir boşluğa yol açtı. Yukarıda anlatılan birinci kampın bu boşluk içinde cüceleşen cüssesi, ikinci kampın cesaretini artırdı. Kruşçev’in liderliğinde atağa geçen ikinci kamp, sürece yayılan bir görevden alma, tutuklama ve birkaç infazla birinci kampı kolayca tasfiye etti. Bu, devlet kapitalizminin liberalleşmesi yolunda atılmış, zayıf ama önemli bir adımdı. Kruşçev ve ekibi, içte, dayandıkları güçlerin taleplerini ve öncelikle de kendi güvenliklerini sağlama almak, dışta ise uluslararası kapitalizmle rekabet gücünü yakalayabilmek için, liberalleşmeyi, küçük çaplı bir reform hareketi ile başlattılar. Mayıs 1957’de, merkezi bakanlıkların önemli bir bölümünü kaldırıp, bunların yetkilerini, yüz beş sovnarhoz’a devrettiler. Amaç Merkeziyetçiliğin, bölgesel sanayiyi ve işletme yöneticilerini sıkan prangalarından kurtulmaktı. İşçilerin işyerlerine zorunlu bağımlılığını emreden yasayı kaldırdılar. Tarımdaki durgunluğa son vermek için, Kolhozların mecburi ürün teslimi şartını kaldırıp, bunun yerine, devletle kooperatifler arasında yapılan satınalma anlaşmalarını geçirdiler. Ürün fiatlarını yükselttiler. Köylülerden mal olarak alınan, küçük bahçe veya küçük tarla sahiplerinin üretiminin büyük kısmını götüren vergileri kaldırdılar. Devlete ait makina ve traktör istasyonlarını kolhozlara sattılar. Ve böylece Kolhozların, üretim makinalarını, devlete ait makina ve traktör istasyonlarından kiralama işlemleri ve dolayısıyla devlete kira bedelleri ödeme yükümlülükleri kaldırılmış oldu. Tarımı, merkezi planın katı iklimiyle değil, genel yönergelerle yönlendirmeye başladılar. Özel meskene izin verdiler. Şehirlerdeki birçok işçi ailesi, tek bir oda içinde yaşıyor ve mutfakları diger ailelerle birlikte, ortak kullanıyordu. 1955’de, şehirlerdeki meskenlerin yüzde yirmi beşi, köylerdekinin ise tamamına yakını, özel sektör tarafından inşa edildi.

    Bu ve benzeri reformlar, Sovyetleri dış dünyaya daha çok açtı. Merkezi plan çerçevesinde büyüme ve kar güdüsü giderek güçlendi. İşveren konumunda olan ve emek gücünü meta olarak işleme sokan Tekelci Devlet kapitalizmi, tüketim maddelerinin üretimi alanında güçlü bir geçmişe sahip olmadığı için, bu alanda, dünya tekelleriyle rekabet edemedi. Üretim makinalarının ihracında, sanayi kompleksleri ve barajlar kurmada, silah satışlarında belli bir rekabet gücü gösterdi. Kendi yakın müttefikleri başta olmak üzere, çeşitli ülkelerle ticareti genişletti; bu da değişim için üretimi, sermaye üretimini ve ihracını geliştirdi. Fakat iş disiplininin gevşemesini, tüketim malları kıtlığını, tarımdaki durgunluğu, yüksek fiatları ve benzeri sorunları bir türlü çözemedi. Merkezin çıkarları, tek tek yerel işletmelerin çıkarlarıyla çatıştı, bu da çeşitli sorunlara, israflara yol açtı. Kendi işletmelerine faizle para veren devlet, kendi satınalma komisyonlarıyla kolhozlar arsındaki müzakerelerin doğurduğu rüşvetçilerle uğraşmaya başladı. Genişletilmiş yeniden üretimin ihtiyaçlarına bağlı olarak merkezi plan tarafından belirlenen ücretler arsındaki uçurum giderek açılmıştı. Bir bakan, bir işçinin nominal olarak aşağı yukarı yüz katını alıyordu.

    Dünya kapitalizminin, sovyet ekonomisini ya da devlet kapitalizmini, kendi doğasına çekme yönündeki zorlayıcı baskısından ve bir dizi yan sebeplerden dolayı, sovyet bürokrat burjuvazisinin değişik klikleri arasındaki çatışmalar, Kruşçev döneminde de sürdü. Devlet kapitalizmi, dünya pazarlarında çok uluslu tekellerle rekabet gücünü bir türlü yakalayamıyordu. Artı-değer, piyasa ve meta kategorileri, klasik kapitalist ülkelerdeki kadar canlı değildi. Dünya ekonomisi, Sovyetlerdeki devlet işletmelerini, kendi kendilerini finanse eden, azami kazanç dürtüsüyle donanmış, bağımsız, kapitalist işletmelere dönüşme yönünde zorluyordu. Bu zor, devlet kapitalizminin ruhuyla ve devlet mülkiyetini yıllarca yönlendiren, ona tasarruf eden, imtiyazlı, bürokrat burjuvazinin direnciyle karşılaşıyordu. Kruşçevin son döneminde durum giderek ciddileşti. Kullanım değeri düşük ve aşırı mal üretimi, kitlelerin düşük satınalma gücüyle birleşince, stoklar, satılamayan mallarla doldu. 1963’de ortaya çıkan ağır tarım krizi de bu durumu iyice ağırlaştırdı. Kruşçev’in Kanada’dan 7 milyon ton buğday alması ve ekmeği vesikaya bağlaması, muhasımları tarafından devrilmesini engelleyemedi.

    Kruşçev’in yerine geçen Brejnev ve ekibinin, ekonomiyi canlandırmak amacıyla, 1965-66 da çıkarıp uygulamaya koydukları reformlar, liberalleşmeyi daha ileri boyutlara taşıdı. Bu reformlar, işletmelerin bağımsız insiyatiflerini daha da güçlendirdi. İşletme yöneticilerinin daha fazla kar yapmalarının yolları açıldı. Bunlar, kendi kendilerini finanse etme, çalışma temposunu istedikleri gibi artırma, üretimi sadece plana göre değil, talebe göre ayarlayabilme, üretimin niteliğini ve teslim vadesini tayin edebilme, işçileri iş yerinden çıkarma ve böylece ücretlerden tasarruf etme gibi haklara sahip oldular. Ücret kademelerini ve farklı pirimleri de üretime göre değil, satışlara göre kendileri ayarlayabileceklerdi. Bu reformlar, tarımda, 390 sovhoza, tam insiyatif ve kar ilkesine göre çalışma serbestisi tanıdı. Kolhozların, zemva örneğine geçmesine izin verdi. Verimli arazilerin çok önemli bir bölümünü, kar esasına göre işlemeleri için ailelere bıraktı. Bu ailelerin kolhoz pazarlarına sürdükleri ürünler, yüksek emek verimliliğini ortaya koydu ve toplam tarımsal ürünün önemli bir bölümünü teşkil etti. Bu ve benzeri reformlar, hem işletmelerin kendi aralarındaki rekabeti, hem de işletmelerin devletten kopma eğilimleri ile devletin sahiplik arzusu arasındaki çelişmeyi güçlendirdi. Devletle işletmeler, merkeziyetçilikle ademi merkeziyetçilik arasındaki çelişme, teoride ifadesini, liberal Liberman ile tutucu Sitnin arasındaki tartışmada buldu. İşsizlik, sistemin vazgeçilmez bir olgusu haline geldi. Verim yükseldiği için, devlet merkezileşme eğilimini gevşetti.

    Üretimdeki verimlilik nisbi bir artış gösterse de, Sovyet endüstri ürünleri, kalite ve çeşni olarak dünya pazarlarında, çok uluslu tekellerle rekabet gücüne sahip değildi. Silahlanma yarışı ve Afganistan işgali ağır külfetler getirmişti. Sovyet ekonomisi, çok uluslu tekellerin küresel ekonomiye gidiş yasalarının ağır baskısı altındaydı. Gorbaçov’un gelişini, ekonomideki liberalleşmenin üst yapıya yansıması ve devlet kapitalizminden klasik kapitalizme geçişin bir ara aşaması olarak değerlendirebiliriz. Can çekişen devlet kapitalizmi, ordunun bir kanadına dayanarak bu geçişi darbeyle durdurmaya yeltendi. Fakat, yığınların devlete karşı yıllardır beslediği öfkeye dayanan Yeltsin’i, yani uluslararası kapitalizmin Rusyadaki gücünü durduramadı. Bütün ülkelerdeki devlet işletmelerini özelleştirmekte olan uluslararsı kapitalizm, özelleşme sürecini beceriksizce sürdüren sovyet devlet işletmelerini de böylece, sancısız bir şekilde özelleştirdi. Lenin’in, hayatının son yıllarında duyduğu korku, aslında, duyduğu anda gerçekleşen korku, bu sefer tüm çıplaklığıyla, gerçekleşmiş oldu.

                                                                                       Haziran-2008

 

---------------------------------------------------------------------

 

KOMÜN CUMHURİYETİ

 

Kapitalizmin vardığı bugünkü nokta, komünistleri, Yirminci yüzyılda ortaya çıkan sosyalist sistemlerin çöküşü kadar şaşırtmadı. Çünkü onlar, tarih sahnesine manifaktürle çıkan Kapitalizmin, fabrikayı ve bankayı yarattığını, insanın ve doğanın çok yönlü ve derinlikli yıkımına yol açacak bir gelişme seyri izlediğini biliyorlardı. Kapitalizmin günümüzde oynadığı rol ile geçmişte oynadığı rol arasında ciddi bir fark yoktur. Onun tarihi, kendi mezar kazıcısı gibi yıkmaya ve yaratmaya dayandı hep. Bir farkla ki, o, insanı ve onun dayandığı doğal zemini de yıktı. Dünya ekonomisinin özgür iç gelişmesini, yoğun mamul madde ve sermaye ihracıyla engelledi. Dünyayı, bir yandan taşlaşmış ortaçağ uykusundan uyandırırken, diger yandan da üzerinde köleleşerek ruhsuz hayaletlere dönüşen milyonlarca insanın soluk almak için modern tanrılarına sığındığı sömürgeleşmiş bölgelerle, ileri bölgeler olmak üzere ikiye böldü. Kapitalizmin, emperyalizm aşamasına girmeden önceki son dört yüzyılı, birikimin devinimini devasa boyutlara ulaştırma, feodal ve ulusal çitleri yıkma, pazarları açıp genişletme, sermayeyi daha da özgürleştirme savaşlarına sahne oldu. Yaşanan devrevi krizler ve savaşlar, sanayi sermayesinin banka sermayesi ile birleşmesini, yani kapitalizmin tekelci kapitalizme, emperyalizm aşamasına girmesini hızlandırdı. Emperyalizm, meta ve ön plana geçen sermaye ihracını büyüttü. Dünyayı paylaşmaya hazırlandı ve bu amaçla militarizmi ürkütücü boyutlara vardırdı. Dev bir birikim alanı olarak ortaya çıkan militarizmin faturasını da, artan dolaylı, dolaysız ve yüksek himayeci vergilendirmlerle metropol işçilerinin ve sömürge halklarının sırtına yıktı. Tekellerin, küresel hayat sahaları üzerinde giriştikleri amansız rekabet, insanlık tarihinde görülmemiş iki büyük savaşa yol açtı. Bu iki büyük savaş, kapitalizmin akılalmaz yıkıcı egemenliğine karşı, insanlığın önemli bir bölümünün devrimci galeyanını ve bir dizi devrimlerini doğurdu. Bu devrimler, ne yazık ki Marx’ın kehanetini gerçekleştirecek sahalarda, yani tekelci kapitalizmin ana kalelerinde değil, onun yarı sömürgelerinde, burjuva demokrasisini yaşamamış, güçlü merkezi devlet geleneğine sahip, Rusya gibi otokratik veya  Çin gibi yarı-sömürge, yarı-feodal, bürokratik- komprador kapitalist ülkelerde patladı. Emperyalist dünya savaşlarının yıkıntılarından doğan bu büyük devrimler, tekelci kapitalizmi, ondan daha merkezileşmiş, daha büyük bir tekelle, yani büyük mülk sahipleri başta olmak üzere, toplumun tüm mülkiyetine el koyan ve muazzam bir mülkün sahibi olarak ortaya çıkan “sosyalist devlet” tekeliyle aşma atağı içine girdiler. Bu büyük tarihsel atak, önderliğinin tüm iyi niyetine, eşitlik ve özgürlük zemininde yükselen derin insani idealine rağmen, pratikte, özel mülkiyetin, devlet mülkiyetiyle, özel mülk kapitalizminin, yani kapitalizmin en sağlam biçimi olan klasik kapitalizmin, en zayıf biçimi olan devlet kapitalizmiyle alt edilmesi atağından başka bir şey değildi. Emekçilere büyük haklar ve büyük bir aydınlanma getirmesine rağmen, durum buydu. Tarihin en kötü cilvesi, her devrimi, rahminden çıktığı toplumun karekteristik özellikleriyle, o devrimin gücüne ve kalitesine bağlı olarak, şu veya bu şekilde etkilemesidir. Geçtiğimiz yüz yılı sarsan sözkonusu büyük devrimler, beslendikleri rahmin burjuva demokrasisinden yoksun, otokratik özelliklerinden etkilendiler ve onunla tam bir kopuş içinde olamadılar. Olamadılar çünkü, devlet kapitalizminin doğası, en geniş burjuva demokrasisine karşı ve otoriteryendi.

Yirminci yüzyılın ilk büyük işçi devriminin önderi Lenin, Yaklaşan Felaket adlı çalışmasında, sosyalizmin, “Bütün halkın hizmetine verilmiş ve bunun için de kapitalist bir tekel olmaktan çıkan, kapitalist devlet tekelinden başka bir şey,” olmadığını açıkladı. Üretim araçlarının devlet tarafından mülk edinildiği, yani devletin tek mülk sahibi haline getirildiği bu sistemi Lenin sosyalizm olarak, yani proletaryanın hakim olduğu bir devlet kapitalizmi olarak niteledi ve şunu belirtti: “…bu, bizim proleter devletimiz tarafından hoşgörüyle karşılanan bir kapitalizmdir: oysa, devlet biziz. Öyle incelenmeli ve öyle yapılmalı ki, devlet kapitalizmi proleter devlette kendisine prolettaryanın saptadığı ve proletarya için elverişli olan koşulları ve çerçeveyi aşamasın, aşmaya cesaret edemesin.”

Her benzetmenin ya da teşbihin kaba hatalar içerdiğini ve hoşgörünüze sığınarak, proletaryanın burada bir yılan terbiyecisini anımsattığını belirtelim. Hiç kuşku yok ki Lenin’in tesbitleri bilimseldir. Devlet eğer üretim araçlarının sahibiyse bu bir devlet kapitalizmidir. Devlet kapitalizmine proletarya egemense, yani iktidar burjuvazinin değil, proletaryanın elindeyse, bu kapitalizm halkın çıkarlarına hizmet ediyor demektir ve bu sosyalizmdir. Ama sosyalizmin yegane biçimi değil, bir biçimidir. Tarih, üç temel mülkiyet biçimini ortaya çıkardı: Özel mülkiyet, devlet mülkiyeti, kollektif mülkiyet. Sosyalizmin bir diger biçimi, üretim araçlarının, devletsiz, doğrudan, kollektif mülkiyetidir. Bu mülkiyet biçiminin egemen olduğu sistemi, Ekim Devriminden beş ay önce (Mart- nisan, 1917) Lenin şöyle açıklamıştı: “Sürekli ordusu olmayan, halkın karşısında bir polis gücü olmayan, ve halkın üzerinde bir memurlar örgütü olmayan bir devlet.”

Dünya komünizminin, bunca yıkıntıdan sonra, nasıl bir sistem kuracağına dair görüşleri berrak değildir. Emperyalizmin çok uluslu tekel aşaması, insanı ve doğayı geniş ölçüde ykıyor, insanın geleceğe dair kurduğu ümit ve ütopyalarını güçten düşürüyor. İletişim, uzay, gen ve silah teknolojisinin ve de tüketim çılgınlığının ulaştığı boyutlar, insan düşüncesini ve ruhunu derinlemesine parçalıyor, insanı, envai çeşit yeni yabancılaşma biçimleriyle yeni bileşimlere doğru zorluyor. Çok uluslu tekel dünyası, insanlığı, tüm dünya çapında, her iş kolunda tek bir tekel dünyasına doğru götürürken, ileri bölgelerle geri bölgeler, zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumu derinleştirirken, kendi mezar kazıcılarını, yeryüzünün yaratıcı ve yıkıcı güçlerini çok daha ileri boyutlarda yakınlaştırıyor, birleştiriyor. Derinleşen yıkıntının ve güçlenen ortak aklın ve vicdanın aydınlığında, çıkış yolu aramaya başlayan yeni bir insan türüyle karşı karşıyayız.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan, böylesi bir dünyanın, siyasal mücadele açısından en canlı coğrafyalarından birisi olarak görünüyor.Son çeyrek yüz yıl içinde, Zonguldak maden işçileri başta olmak üzere, Türkiyeli emekçiler, önemli hak mücadelelerine girdiler. Kürtler, muhtevası geçmişe nazaran daha demokratik, daha ileri bir ulusal bilinçle donandılar. Anadoluda yaşayan diger milliyetler ve aleviler başta olmak üzere, ezilen inançlar, kendi kimliklerinin ve zenginliklerinin farkına varıp, örgütlenmeye başladılar. Kadınlar, kendilerini ezen ataerkil sistemi ve kendilerini sorgulamaya başladılar.

Türkiye’nin bugünkü gerçek siyasal iklimi, egemen sınıflar arasındaki çatışmanın ağırlığı altındadır. Çatışma, İktidarı elinde tutan Kemalist burjuvazi ile esnaf ve yerel tüccar sermayesinden, tekel sermayesine yükselen, halkın ekmek, demokrasi ve özgür inanç taleplerini kendi varlık şartı gibi sunan islamcılar arasında cereyan ediyor. Halk, iktidar mücadelesi veren bu iki ana kanat arasında bölünmüş bir durumdadır. Kuzey Kürdistan, bu çatışmanın içinde olmasına ve ondan etkilenmesine rağmen, kendi ulusal uyanış iklimini yaşıyor ve bu çatışmanın kendi ulusal haklarına zemin hazırlayacak bir yönde gelişmesini arzuluyor.

Türkiyeli ve Kuzey kürdistanlı komünistler, tutarlı demokratlar, iktidar mücadelesi için çatışan bu iki kamptan herhangi birisinin saflarında yer alamazlar. Onlar güçlerini öncelikle, bir parti çatısı altında birleştirmek durumundadırlar. Nasıl bir parti? Mücadeleyi açıkça yürüten, açık bir komünist parti; ilkel, ütopik, modern komünist geleneğin yaşayan değerleri, prensipleri ile çıkarılan yeni dersler zemini üzerinde yükselen bir parti;. İnsanlığın gelişen eşitlik ve özgürlük idealleri temeli üzerinde yükselen bir parti; yığınları, güçlü merkezi devletlerin, sınıf karekteri ve biçimi ne olursa olsun, özgürlüğe karşı yükselen bürokratik militer cihazların egemenliği altına sokmayacak bir parti; yığınları doğrudan demokrasinin, eşitliğin ve tutarlı demokratizmin en ileri biçimlerinin öznesi haline getirmeye hizmet edebilecek ve de kendi iç işleyişiyle buna hizmet edebilecek bir parti; zorunluluğun ortaya çıkardığı bir kuruluş olmasından dolayı, gittikçe demokratikleştirilmesi ve zamanı geldiğinde ilga edilmesi gereğini bilince çıkarmış bir parti.

Komünistlerin birleşmeye, değişik görüşlerden oluşan bir gök kuşağına dönüşmeye, tartışmaya, yenilenmeye ihtiyaçları var. Yenilenmek için zengin bir teorik mirasa sahipler. Geçtiğimiz yüzyılda kurulup da yıkılan sosyalist devletlerden çok daha eşitlikçi ve özgür bir toplum kurmanın temel teorik ve pratik dersleri bu mirasta mevcuttur. Ekim Devriminden önce, Paris Komünü’nün derslerine dayanan ve devrime kadar Lenin’in de savunduğu teorik belirlemeler, geçtiğimiz yüzyılın dersleriyle geliştirmemiz ve üzerinde yükselmemiz gereken değerli bir mirastır. Hayat, Komünistlerin, komünist örgütlerin, partilerin bir araya gelip, içinde bulundukları ideolojik ve politik güçlükleri aşmalarını, yenilenmiş güçlü bir partiyle ve onun kalıcı ve geçici müttefikleriyle birlikte kapitalizme yüklenmelerini emrediyor. İnsanlığın sahiplik duygusundan, yani kendinden kurtuluşu, mülkiyetin tüm biçimlerinden (özel, devlet, kollektif) kurtuluşuyla gerçekleşeceğe benziyor. Tarih bizlere, bugünkü şartlarda, mülkiyetin en az ısırıcı, en demokratik, en eşitlikçi biçimini emrediyor. Bunun için diyoruz ki,  ne  özel mülkiyet, ne de  geçtiğimiz yüzyılda büyük devrimlerle, mülkiyetin tüm biçimlerini kendinde birleştiren ve güçlü bir merkez olarak ortaya çıkan, devlet mülkiyeti sistemi. Bunlar değil, bunları aşan bir sistem. Savunması, Paris Komünü’de olduğu gibi, halkın genel silahlanmasına dayanan, “sürekli ordusu olmayan, halkın karşısında bir polis gücü olmayan, ve halkın üzerinde bir memurlar örgütü olmayan,” kollektif mülkiyet sistemi, doğrudan bir demokrasi, KOMÜN CUMHURİYETİ.

---------------------------------------------------------------------

DEVLET VE DEVRİM

    Devlet, topluma yabancılaşmanın adıdır. Tarihin ortaya çıkardığı tüm devletler, doğaları icabı, topluma yabancılaşarak ayakta durmaya çalıştılar. Engels, “Devlet, ilga edilemez, söner,” diyor. Çalışan yığınlar tarafından, çalışan yığınlar için kurulan hiç bir devlet, görevini tamamlayarak kendiliğinden sönmez. O da diger devletler gibi, değişik biçimlerde sınıf ve egemenlik üretir; kamu refahını, kendi güvenliğinin bir emniyet sübabı olarak görür ve silahlı gücünü çalışan yığınlara karşı, sürekli tetikte tutar. Tüm örgütler içinde, kendiliğinden sönmeye karşı en güçlü direnişi devlet gösterir. Aile, devletten daha temel bir örgüt olmasına rağmen, kendiliğinden sönmeye, devlete nazaran daha yatkındır. Bundan dolayıdır ki devlet, toplumun devrimci dinamizmi tarafından parça parça, bazen de yekpare olarak, durmaksızın ilga operasyonlarına, devrimlerine uğrayacaktır. 1871’de Paris işçileri, devleti, klasik biçimiyle ilga ettiler. Avrupa burjuvazisi, Prusya kıtalarıyla, onu ilga edildiği yerde, yeniden kurdu.

    Bir devrimin çapını ya da derinliğinin gücünü, o devrimin devlete karşı çıkışının çapı ya da gücü belirler. O ilkin, varlığına karşı mücadele ettiği cihazı olduğu gibi devralmıyor, onu parçalıyor; ikinci olarak, onun yerine yeni bir cihaz koymuyor. Onun yerine koyacağı cihazın tüm görevlerini halka devrediyor. Yani profesyonal orduyu kaldırıyor. Bunun yerine, halkın genel silahlanmasına dayanan bir savunma ve güvenlik sistemini geçiriyor. İkincisi, merkezi bürokrasinin görevlerini büyük ölçüde kaldırıyor. Halka yaşadığı alanda doğrudan demokrasi, yani kendi yaşamını düzene sokacak yasaları doğrudan yapma, tüm ülkeyi ilgilendiren temel sorunlarda ise referandum olanağını  veriyor. Tabi ki burada, cüssesi küçük de olsa, binlerce komünden oluşan bölgeler arasında koordineyi sağlayacak, merkezi  referandumları düzenleyecek, dış ülkelerle ilişkileri ve benzeri görevleri yürütecek, merkezi bir hükümet olacaktır. Sadece bir kez seçilme hakkına sahip üyelerden oluşan, iki üç yıl görevde kalan ve tabandaki küçük bir komün hükümetinin üyeleri kadar maaş alan, hiç bir kalıcılığı, profesyonalliği ve ayrıcalığı olmayan bir hükümet.

    İnsan yönetilmeye ne kadar muhtaçsa, kendi yaşamını ne kadar az yönetiyorsa, Tanrıya ve devlete o kadar ihtiyaç duyar. Devrimin temel sorunu, insanı, kendi yaşamının yöneticisi haline getirmek, insanı, insan yöneten veya insan tarafından yönetilen bir kültürün karşısına dikmektir. Devrim, proleter bireyin burjuvazi tarafından sömürülüşünü, ezilişini, yönetilişini ortadan kaldırırken, yani bireyleri sınıflı sistemlere bende eden anlayış ve uygulamaları köklü bir şekilde yıkarken, bireyi, kendi dayandığı sınıfın bir nesnesi, savunduğu ideolojinin kör bir zahidi olmaktan da kurtarır. Devrim, insanın bizzat kendini kurtarması olayıdır. Yabancılaşmaya her zaman hazır, profesyonelleşmiş araçlardan korkmasının nedeni de budur. Kendi sınıfının veya bu sınıf adına hareket eden araçların egemenliğinden kurtulamayan, o sınıfın birer basit üyeleri durumuna düşen bireyler topluluğunun egemenliği bir işe yaramaz; böyle bir topluluğun özgürlükle bir ilişkisi de olamaz. Her topluluk, her cemaat, her sınıf, kendi bireyinin dışında bir güçtür. Sınıf, tarihin ve toplumun, birey de sınıfın, düşünme, inanç, adet ve davranış biçimlerini, yaşam tarzını ve onun ruhunu olduğu gibi alır; ona itaat eder, onu, yaratılışının ve varlığının şartı olarak görür ve onun bir bendesi haline gelir. Devrim tam da bu noktada, sınıfa karşı, bireyin özgürlüğünün yanındadır. Bu özgürlüğü savunamayan bir devrim, özgür bireylerden oluşan özgür bir birlikteliği, yani toplumun özgürlüğünü de savunamaz.

    Bireyin kendi sınıfına bağımlılığını ortadan kaldırmak, kolay bir iş değildir. Bu, çok uzun bir tarihsel dönemi kapsar. Özel mülkiyet, asıl gücünü, insanlığın altı yedi bin yıllık yerleşik mülk duygusundan aldı. Hiyerarşiyi oturttu, bireyi mülk sahiplerinin, onun örgütlerinin, en başta da devletlerinin, şeflerinin bendeleri haline getirdi, bunu muazzam bir kültür olarak içselleştirdi. Bu yüzdendir ki, günümüzün modern bireyleri  bile bendeliklerinin farkında değildirler. Yüz elli yıl önce Marx, Alman İdeolojisi adlı eserinde, “…sınıf, bireyler karşısında bağımsız bir varlık edinmiştir;” diyordu, “bu yüzden bireyler, yaşam koşulları önceden belirlenmiş olarak bulurlar ve hayattaki konumları dolayısıyla kişisel gelişimleri kendilerine, sınıfları tarafından yüklenir; böylece, ona bağlı hale gelirler. Bu, ayrı ayrı bireylerin işbölümüne tabi oluşlarıyla aynı şeydir ve ancak özel mülkiyetin ve emeğin kendisinin ortadan kaldırılmasıyla bertaraf edilebilir.”

    Hiç kuşku yok ki bu sorun, günün ve geleceğin sorunudur. Devrim, yürüyüşünü, sınıfı yücelterek, onu tıpkı tanrı gibi biricik kurtarıcı ilan ederek, sınıfın devletini, partisini, liderini göklere çıkararak, bunların topluma yabancılaşmasını daha bir derinleştirerek sürdüremez. Devrim, yürüyüşünü, tüm bu ve benzeri ögelere ve bunların dayandığı tarihe, ekonomik, siyasal, toplumsal, düşünsel ve inançsal temele karşı mücadele ederek sürdürebilir. Tüm mülk biçimleri (özel, devlet, kollektif vs.) öz olarak aynıdır; sahip olmak, onu, daha iyi yaşamanın bir aracına, kişisel veya sınıfsal egemenliğin bir aracına dönüştürmek. Bunların içinde, kötünün iyisini, kollektif mülkiyeti, tarihsel olarak tercih etmek zorunda kalan devrim, yürüyüşünü, tercih ettiği de dahil, tüm mülk biçimlerine ve bunların her türlü alet ve edavatına karşı sürdürmek zorundadır. Başka türlü 
var olamaz.      
                                                          
Muzaffer Orucoğlu

 
Bugün 6 ziyaretçi (30 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol