Cihan Erdoğan
IŞIĞIN, BÜYÜNÜN, İSYANIN DESTANI
YILMAZ GÜNEY
Aşiret çatışmalarının, kaçakçılık hengamesinin ortasında Siverek’te doğdu. Ateşin, kanın içinde kendi hikayelerini dinleyerek büyüdü. Olmaz olsun, Kuzey Kürdistan’da olmayan ne vardı ki?
Büyük bir kan davasının içinde kendisini Çukurova’da Yaşar Kemal’in ulu destanının topraklarında; Toroslar’da buldu. Amelelik, faytonculuk, pamuk toplamacılığı derken bir ananın karnından çıkarak yüzünü ilk kez metropollere dönüp dünyanın karnında tura çıkmanın ilk adımlarını attı.
Çelik suyunu iyi almıştı. Öğrencilik yılları derken iç kıpırtılarının eğilimlerine uyarak sanata yöneldi. Set işçiliği, asistanlık derken dünyada esen rüzgarla yüzünü sola döndü. Büyük Ploreter Kültür Devrimi’nin etkileriyle dünyada ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devrimci hareket yükselişe geçmişti. Siverek ve Çukurova’nın kavruk delikanlısı devrimci sinemanın ve emekçilerin dili olmaya çoktan karar vermişti. O’nun ilk filmlerinde bile zorbalığa karşı duruşu, yoksuldan yana tutumunu bariz bir şekilde görürüz ve hatta Robin Hood gibi zenginden alır, yoksula dağıtırdı. Seyithan olur; mütegallilebeye karşı yönünü dağlara dönerdi. Çoban olur; eşkıyalarıyla birlikte dağları mesken tutardı. Çok geçmedi, ilk muzip eylemini rutin bir ev aramasında polislere yaptı. Kapıyı çalan polisler onu görünce tanıyıp irkilirler; “Kusura bakma abi, biz terörist arıyorduk.” deyince O da, ‘buyurun tam üstüne geldiniz, aradığınız kişiler bizim çatı katındalar” der. Şakalaşma sürüp giderken çatı katındaki Ulaş Bardakçı ve arkadaşları telaş içindeler ve Yılmaz Güney durmadan polislere gelin arayın der. Bu muzip şaka tatlı bir sonla biter. Biter bitmesine, ne yazık ki daha sonra Yılmaz Güney yardım ve yatakçılık suçundan tutuklanır. 12 Mart’ın kanlı karanlık günlerinde Selimiye Hapishanesi’ndedir. Artık hapishane onun için bir dönemeç noktasıdır. İçeriyi bir okula çevirir, romanlar yazar. Duraksamadan kendisini bir üst seviyeye taşır. Faşist iktidarın nispeten gerileme dönemlerinde o da kendince geçmiş hareketin değerlendirmesi için bir muhasebe yapar. THKO, THKPC, TKP-ML degerlendirmesi yaparken; İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerinin Marksizm-Leninizm’e ve kendisine daha yakın olduğu sonucuna varır. Ondandır ki, Marksist hareketle hep sıkı ilişkiler içinde olmuştur.
Artık dışarıdadır. Çirkin Kral’ın yerini büyük, yaratıcı bir dev almaya başlamıştır. Büyük birikimini devasa boyutlarda beyaz perdeye aktaracaktır.
Kaf Dağı’nın arkasındaki fantastik aynanın sihrini usta kalemiyle birleştirip, ardıllarını afallatarak, yoluna devam ediyordu. Umut filmini seyreden usta yönetmen Elia Kazan “Filmi seyrettim, başroldeki oyuncu rolüyle bütünleşmiş büyük bir oyuncu diye iç geçirdim. Dışarı çıktığımda tekrar şaşırdım, öğrendim ki Cabbar, Yılmaz Güney’miş”. Büyük yönetmenleri de afallatan Yılmaz Güney hamurunu kendi halkının acılarına katarak karıyordu. Kendisini izleyenleri şaşkınlık anaforuna sokmuştu. Art arda birbirinden güzel filimleri Baba, Ağıt, Acı, Arkadaş, Düşman’ı Endişe filmi takip etti. Bir provakasyon sonucu Yılmaz Güney tekrar zindanlardaydı. O, orada da artık boş durmuyordu. Arayış, üretim, yenilenme, yerelden evrenselin kapılarını zorlamaydı amacı. Sokaktaki insanla Yılmaz Güney sineması etle kemik gibi bütünleşmişti. Sürü filmi ilk başlangıçtı. Aşiretler, aşiret ağaları, toprak kavgaları, parçalanan üretim ilişkileri ve onun ürettiği sancı Sürü filmiyle birlikte Yılmaz Güney’i artık dünya devlerinin, büyük klasik yaratıcılarının yanında görmeye başladık. Einsenstein, Fellini, Elia Kazan, Costa Gavras gibi yaratıcıların arasında adı anılır olmaya başlamıştı. Büyük laf etmek değil, dost düşman çok iyi biliyor ki, dünya devrimci sineması Yılmaz Güney’i konuşuyordu. Dönem büyük bir kaos, toplumsal kargaşa, faşist saldırganlıkla birlikte faşist darbeye ortam hazırlıyordu.
Olan oldu; beş general 11 Eylül gecesi yönetime el koyduklarını açıkladılar. Bu dönemin neler getirip, neler götürdüğünü uzun bir süredir devrimci hareket tartışıyordu. İşkence makinaları ve idam sehpalarının harıl harıl çalıştırıldığı bu kabuslu dönemde Yılmaz Güney yeni bir muziplik peşine daha düşmüştü. Büyük yaratıcılıklarını harekete geçirip ‘Bayram’ adı altında bir senaryo yazıp uyduruk sansür kuruluna gönderdi. Suya sabuna dokunmayan, piyasa filmi olan Bayram’a sansür kurulu hiç şaşırmadan izin verdi. Bu ikinci muzipliği de tutmuştu. Kahkahalarla gülerek oyuncusundan, asistanından, set işçilerine varana dek adeta gizli bir örgüt kurdu. Yol filmi yarı açık hapishane olan Turkiye-Kuzey Kürdistan’ın ve acılı bir destan olan Kürdistan’ın sorunlarını dünya kamuoyuna taşıyacaktı.
Ateşin, kanın, göklerin sidra makamına ulaştığı, cuntanın azgın günlerinde bir sarsıntı daha duyulmuştu. Yılmaz Güney kayıptı. Bütün devrimciler endişe içinde öldürüldüğüne inanıyorlardı. Yayıncı İlhan Erdost’u bile işkencede öldürenler Yılmaz Güney’i neden yaşatsınlardı. Olan bir sabahın köründe Paris’te, yürek hoplatır cinsten oldu. Bois Colombes’teki evi arayarak acil randevu isteyen Yılmaz Güney’di. Sağdı ve düşmanlarına karşı büyük bir zafer kazanmıştı. İlk görüşme metro Viktor Hugo’da oldu. İş başındaydı. Goncourt metrosundaki stüdyo harıl harıl çalışıp Yol filmini Cannes Film Festivali’ne yetiştirmeye uğraşıyordu. Bu koşuşturma, sarfedilen enerji kelimelerle anlatılamaz. Zor bir işti. Sayılı günler içinde bu zorluğun altından kalkacak bir Yılmaz Güney vardı. Stüdyo çalışmaları içinde görüşmeler ve toplantılar da sürüyordu. Süleyman Cihan’ı sordu. İşkencede öldürüldü denilince irkildi. “Alçak gönüllü, sıradan, mütevazi bir önderdi. Uzun bir süre ilişki içinde oldum, bir tek yanlışını görmedim. Yol filminin çekimlerinde de emeği oldu. Paramız eksikti, para istettim, anında gönderdi. Bir dahaki görüşmemizde hatırlayamayacağım bir miktar parayı da bir arkadaşa verdi”.
Yılmaz Güney Paris’te, ama neredeydi. Uşak medya yüzbinlere varan dolarlar teklif ediyor, tek bir kare fotograf için satın alacak birini bulamıyordu. Sessizlik bitti. Yüzlerce devrimci Cannes sokaklarındaydı. Bu kez Yılmaz Güney başka bir süprizle karşılamıştı onları. Süleyman Cihan’ın onbeşbin adet offset afişini bastırıp vermişti. Cannes sokakları Süleyman Cihan’la doldurulmuştu. Ve yine gizli bir toplantıda Yılmaz Güney “Arkadaşlar; tek isteğim ülkemizdeki vahşeti Yol filmini vesile ederek dünyaya taşıyalım” demişti. Öyle de oldu. Cannes sokakları faşizmi lanetleyen kürsü haline getirildi. Yol filmi Costa Gavras’in ‘Kayıp’ filmiyle birlikte birinciliği payalaşırken filmin galasında Yılmaz Güney sağ kolu havada, devrimcilerle birlikte Enternasyonal’i söylüyordu. Yol filminin ardından tarif edilmez bir yenilgi yaşayan generaller; kaçak, hain ve katil dediler Yılmaz Güney’e. Durdular, düşündüler, boşa koydular, dolmadı. Doluya koydular almadı. Yılmaz Güney “haindi”, ama Yol filmi Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın başarısıydı. Buna da Kenan Paşa fıkraları deyip geçelim bir kalem. Duvar filmi çekiliyordu. Set yeri film çekimiyle birlikte tartışma, eğitim, öğrenme ve enerjik bir çalışma mekanıydı. Acı, ah, vahşet Duvar’la birlikte tekrar dünya sinemalarına taşındı. Paris’ten Strassburg’a kadar düzenlenen uzun yürüyüşün en ön saflarına geçti. Strassburg’ta Turkiye-Kuzey Kürdistan’daki kanlı rejimi yargılayan ‘Tribüne’ başkanlık etti. Yaraları derinleştiği, hastane koridorlarında gezindiği halde hala sokaklardaydı. 9 Eylül sabahı dünya ezilenleri, sinema severler acı bir burkuntuyla uyandılar. En kötü ve en son muzipliğini yapmıştı, “Üzerime Komünarların battaniyesini örtün” deyip, hayata gözlerini kapamıştı Yılmaz Güney. Onbinler Paris sokaklarını doldurup Komünarların yattığı yere doğru yola çıktı. Servet Tanilli’nin “Elveda büyük sinemacı, elveda taçsız kral, hepimizi yasa boğdun” diyerek başlayan konuşmasıyla birlikte üzerine Komün’ün battaniyesi örtüldü.
Marmaris’te emekliliğin ‘tadını’ çıkararak yaşayan nü resimler ve at resmi yapıp holding patronlarına satan Kenan Paşa, kendi zaptiye beygirlerini tepelediği sürgünlerde ölüme mahkum ettiği sanatçıların eline su dahi dökemez olduğunu çok iyi biliyor. Bütün dünya Yılmaz Güney’i, Nazım Hikmet ve diğer yaşamını sürgünlerde yitiren diğer sanatçıları da çok iyi biliyor. 1986 yılında sanat edebiyat dergisi ‘Tohum’, Yılmaz Güney’e anıt mezar için geceler düzenledi ve binlerce kişiyle kucaklaştı. Komün mezarlığında Yılmaz Güney anıtından dünyaya şafkını duyuran ışıkta Tohum Dergisi’nin de katkıları var. Görevimiz ışığın, büyünün, isyanın destanı olan Yılmaz Güney’i ve onun durumunda olanları Anadolu’ya taşımaktır. Böyle bir kampanyayı örgütleyebilecek miyiz?
cihanerdogan10@hotmail.com
Bu e-Posta adresi istenmeyen postalardan korunmaktadır, görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kürtlerin Aşk, Ateş ve Çığlığı: Dılo Mehmed Uzun
Cihan Erdoğan
M. Oruçoğlu, 70’lı yılların başında Siverek’te faaliyet yürütürken yörede saflara ilk katılan ve en ileri kadrolardan birsinin de Mehmet Uzun olduğunu anlatmıştı. Hareketin Vartinik baskınıyla ağır kayıplara uğradığı yıl içinde Diyarbakır’daki tutuklananlar arasında Mehmet Uzun da vardır. İçerdeki yıllarını anlatırken; “koğuşta kaçakcı yaşlı bir Kürt vardı. Koluna yazdığı Kürtçe yazı henüz görülmediğinden içerideki en büyük telaşesi ne yapıp edip bu yazıyı yok etmekti. Çaresini bulmuştu. Jiletle olduğu gibi derisini kazıyarak kanlarla birlikte derisinden, yazıyı çıkardı. Ürpererek seyrettim. Acının, korkunun derinliklerine inmeye başladım. Kacakçı, kelle koltukta, mayınlı dağlarda can havliyle ekmek uğruna ölümlere gidip gelen bu insan korkmuyordu. Oysa şimdi esir düşmüş bu yoksulun en büyük korku kaynağı kendisinin ana diliydi” diyordu.
Koğuşta çaylı, voltalı sohbetlerin birisinde Musa Anter “bak görüyorsun Kürdün halini. Senin Kürtçen de iyi, bu dilin yaşaması için Kürtçe yazmaya çalış” demiş Mehmed Uzun’a. Belki de onun zihnindeki ilk ateşi Musa Anter yakmıştı. Dışarı çıktığında Kürtlerin çığlığının peşine düştü. Takipler, kovalamacalar ve sonu belirsiz karanlıklar sonucu da artık sürgün yollarındaydı. Birçok Kürt aydının sığınacağı liman haline gelen İsveç onun da yeni evi oldu. Bol hatıralı, sigara dumanın buğusu altındaki mülteci sohbetleri onun içinde biriktirdiği kıvılcımları habire tetikliyor, onu yazmaya teşvik ediyordu. Kendini tekrar eden ve gittikçe bitmeye doğru yol alan bu mülteci yaşamını anlamlı kılmanın başkaca da yolu gözükmüyordu zaten. Kürtçe roman yazacağım dediğinde ise en yakınları bile onla alay etmiş, ukalalıkla suçlamış, deyim yerindeyse tecrit bile etmişlerdi.
O artık Mehmet Uzun’dan Dılo Mehmed Uzun’a yürüyüşte, yani yürek insanı, aşk insanı olmak için adımlarını hızlandırdı. Bugünlerini de, “evimde gece sabahlara kadar oturuyor düşünüyor ve yanlızlaşıyordum. Kar altındaki ağaçların beyaz gelinlik giyercesine süslenmiş halleriyle oyalanırdım. Bir kelimenin karşılığını bulamaz, saatlerce kendimle uğraşır en sonunda telefonla hep sığındığım, var olduğum Diyarbakır’ı arar dostlarımdan öğrenirdim” diye anlatıyordu.
İlk kitabı Tu(Sen)’nun Kürtçesi başarısız olur. Onu tecrit eden, yalnızlaştıran dostları alaya alır, yardımdan, destekten ziyade adeta yarenlik konusu ederler. Uzun boylu, zarif bu insan bir yandan çok yaralansa da attığı adımın arkasını getirecek tutkuya da sahiptir. Melaye Ceziri, Feqiye Teyran, Ehmede Xani’den aldığı esinle klasik Kürt edebiyatının pencerelerinden modern Kürt edebiyatının pencerelerini aralamaya başlar. İşi zordur. İğneyle kuyu kazacak, derinlerdeki, üzerine ölü toprağı serpilmiş bir dilin edebi derinlikerine inme cüretini göstermesi gerekiyordu. Bugüne kadar yapılmamış bir işin başlangıcına girişmek elbet zordu. Bir dahaki başarısızlık bu narin, mazbut insanı romanlarındaki sinik, susmuş insanlar gibi belki de onu bir inzivaya gönderecekti. Mehmed, bir başka deyimle Dılo Mehmet Uzun kendisi gibi mağlupları, yenilmişleri, sürgün yollarına düşmüşleri konu alan romanları ardı ardına yazmaya başladı. Tarihler farklı, kaderler aynı. Okuyucu afallar aynı şeyleri okur gibi düşünür, farklılık arzusundan Dılo Mehmed’i suçlarlar. Oysaki Kürt’’ün tarihteki ortak kaderi buydu. Onu başlangıçta hafife alanlar bu kez de, gariptir ama, alkışlamaya başlarlar
Aşk, çığlık, ateş ve sürgün
Dicle’nin Yakarışı’nda, Cizre Botan’da Mir Bedirxan önderliğinde büyük bir Kürt dirilişiyle karşı karşıyasınız. Cizre kalesinin karşısında, ünlü şair Melaye Ceziri’nin de eğitim gördüğü, eğitmenlik yaptığı, ve hatta Melaye Ceziri’ye öğrencilik yapmış olan şiir ve divanıyla tanınan, esasında bir halk dengbeji olan Feqiye Teyran da burada okumuştu. Yaygın bir söylentiye göre, Mem Alan Destanı’nı manzum bir esere dönüştürüp ondan Mem u Zin adında bir şaheser yaratan, kitapları özellikle Nabara Bickan (çocukların yeni baharı) çocuklar için ders kitabı olarak okutulan ünlü şair Ehmede Xani de burada okumuştu. Kürt Rönesansının diyarı Medrasa Sor’da (Kızıl Medrese) onlarca Kürt genci Kürt divanı ve edebiyatı, musikisiyle ilgilenmekte, eğitimcileriyle birlikte orada yatıp kalkmaktadırlar. Medrasa Sor’a yakın yerde, Mir Bedirxan’ın kasrında belirli aralıklarla geceleri eğelenceli şölenler düzenlenirdi. Sesleri birbirinden güzel dengbejler stranlar, klamlar söyleyerek eğlencelere renk katardı. Yeşil dağların eteklerinde, koyun sağmakla meşgul renkli fistanlı Berivan kızlar, çobanlar, Ermeni zanaatkar ve Asuri halk ve coğrafyanın değişik renkleri adeta belirli aralıklarla düzenlenen bu dengbej gecelerini iple çekiyordu. Bunlardan biri de var ki adı sanı bilinmeyen yoksul bir kömde sidikli bacısı Gülizar’la birlikte kalan, çobanlık yapıp koyun sağan, Berivan kızlara biliğini gösteren Yezidi Bıro veya Kör Bıro veya Bıro Drej, Dengbej Uzun Bıro vardır. Kör Bıro babası alim olup Mir Bedirxan’in danışmanı olan Mam Seyfo beyin oğlu, Ermeni Mıgırdıç yani Mıgo ile arkadaştır.Yoksulu ve zenginiyle adeta iç içedir Cizire. Bıro, Mıgo’suz yapamaz, Mıgo da Bıro’suz. Cizre, Botan dağlarında sesi yankılanan Dengbej Bıro’u yu dinleyen alim Mam Seyfo onu Mir Bedirxan’ın kasrındaki dengbejler divanına götürür. Kadınların renkli giysiler ve süslü kofiklerle geldiği bu şölene erkekler de Selü sepik’lerini giyerek gelmişler, her defasında olduğu gibi adeta bir bayram yerindeydiler. Sırasıyla türkülerini söyleyen dengbejlerin ardından Kör Bıro’nun sesini diğer dengbejler kıskançlıkla dinlerken Mir Bedirxan da onun yanık sesini dinleyerek, uzun burunlu, bu kör adamı Medrasa Sor’a alın der. Bıro için yeni bir hayat başlamıştır. Geçimi garanti altına alınmıştı. Fakat o yeni arayışların peşindedir. Bundan sonra Mam Seyfo’nun sarayı andıran evine elini kolunu sallayarak girecek, orada yemeklerini yiyecek, Migo’nun kız kardeşine rahatlıkla bakacaktı. Aşık değildi ama olsun, Bıro için ciddi bir değişiklikti bu. En büyük değişiklik ise Mam Seyfo’nun ünlü kütüphanesini görmesi idi. Kürt tarihi, Ermeni tarihi ve bilinmez daha nice gizli şeyler vardı burada. Mam Seyfo habire okuyup Mir Bedirxan’la ciddi tartışmalara girişerek geleceğin projeleri üzerine tartışmalar yürütürken, kitaplara dalan Bıro’yu cezbeden ise Güney Kürdistan’dır. Dicle’nin karşı yakası, az öteler, onların başka öte yeri, parçalanmış coğrafyanın bir başka yangın yeri, ama oraya nasıl gidilecekti. Uzun uzadıya süren tartışmalardan sonra Dengbej Bıro arkadaşı Migo ile birlikte özlemini çektikleri yeri Mam Seyfo’ya açıklar. Ucu ölümle bitebilecek bu yolculuk için Mam Seyfo’nun araştırma, öğrenme merakıyla dolu bu iki gence diyecek hiçbir şeyi yoktu. Gidin, görün dedi. Migo, Bıro ve köpeği Garzan ile birlikte bir salla Dicle üzerinde yola çıktılar. Orası gizem doluydu. Güneşe tapan Yezidiler, başka bir çok inanç yan yana idi. Dicle’nin azgın sularında Migo ve Bıro’nun savrulup yok olma tehlikelerini bir kenara bırakalım. Güney Kürdistan’da görünen manzara, ateşi ve güneşi kutsayan Kürtler, diğer Kürtlerin zulüm ve saldırılarıyla karşı karşıyadır. Ateşin ve güneşin diliyle yanıp tutuşan Yezidi Kürtleri diğer Kürtler dağlara sıkıştırıp ölümlerden ölüm beğendirirken, Kuzeydeki Kürtler de hiç farksız değillerdi.
Dılo Mehmed Uzun; ihanetin, dağılmanın, kırılmanın pencerelerini aralayarak Kürtlere birşeyler gösteriyordu. Sesi dağlarda yankılanan Bıro adeta Feqi Teyran gibi kendisini gösterir. Botan’nın bir kesmine, Osmanlı’nın kışkırtması ve Hıristiyanlık düşmanlığıyla yürüyen Kürtler, Yezidileri yerle bir ederek kendi halkının kadim bir parçasını kılıçtan geçirip büyük bir “zafer”le geri dönerken, Bıro dağın eteğinde Yezidi Ester’i, yani Ster’i, bir diğer adıyla yaralı Yıldız’ı buldu. Evinde sakladı, yaralarını sardı, aşık oldu. Ama Kürt beyleri Ester’i Bıro’nun evinde buldular. Tecavüz edilmiş, hançerlenmiş, sesini yitirmiş bu kadın, köle tacirlerine verilirken ünü Kürdistan’ın diğer parçalarına da yayılan Dengbej Bıro da ünlü Cizre zindanına tıkıldı. Kürd’ün ulu çığlığının zindana tıkılmasına ne Mir Bedirxan ne hanımı Ruşen hanım ne de Yezdinser razı değildi. Ne ki Kürdün katı töreleri bunu emrediyordu. Kürdün çığlığı zindandan yükselirken aşkı ise göç yollarında köle tacirlerinin elindedir.
Aşk, ışık, ateş, ihanet, ses ve ihtiras kendini aramaya başladı
‘’İran ile anlaşan Osmanlı gittikçe büyüyerek, gelişen Kürt’leri bir an önce telef edip kırma planlarını devreye sokmuştu. Geleceğini gören Mir Bedirxan, Baban, Soran, Bahdinan, Hakkari, Muks, Bitlis, Sikak mirleri ile Mardin, Nusaybin, Rasileyen, Urfa, Antep, Antakya, Kürt Dağı, Halep, Diyarbakır, Siverek, Adıyaman, Malatya, Harput, Dersim, Van ve Serhat bey, seyit, şeyh, ağa ve ileri gelenlerini kendi kasrında toplayıp durumu muhakeme etmişti. Fakat gelen haberler arasında Osmanlılar Yezdinser’i Musul’a çağırıp gizlice anlaşma yapmışlardı. Anlaşmaya göre Yezdinser, Cizra Botan Mir’i, yani Yezdinser, Cizire Botan’a hükümdar olacaktı.”
Uzun boylu, yakışıklı, sözünün eri “yiğit” Yezidinser, Mir Bedirxan’in öz yeğeni, Osmanlının kaltak ordusuyla anlaşıp amcası Mir Bedirxan’ı satmıştı. Zindandan azad edilen Dengbej Bıro’nun çığlığı ‘hawar lo hawar’ diyerek yükseliyordu. Savaş bulutları Kürtlerin kaderi olarak gökyüzünü, Dicle’nin yaslı akan sularını gölgeliyordu.
“Baltanın sapı ağaç olmazsa ormana zeval olmaz” dedi Mam Seyfo fakat yapılacak birşey de kalmamıştı. İran’la anlaşan Osmanlı, bu iki devletin yeğenle başlayan ihanetiyle Cizre-Botan artık işgal altındaydı. Cizre kalesi kuşatıldı. Asuri, Ermeni ve diğer azınlıkların sesi duyulmaz bir vahşetin içine gömülüyordu. Gariptir önce kilise çanları sustu, sonra minare de anlamını yitirdi. Cizire-Botan artık ihanetin ve devşirmenin yatağıdır. Yükselen sis ve kalenin burçlarına yerleştirelen bombalarla bitik düşen direnişçiler, uzun bekleyiş sonrası Mir Bedirxan mağlup, ezilmiş ve yenik olarak teslim oldu. Yükselen dumanla, yenilginin derinliği Medrasa Sor ve Mir Bedirxanın kasrı Bırça Bellek’in burçlarından dahi hissediliyordu. Kaniya Sipi (kutsal beyaz çesme)nin etrafı gelinlik kızların değil esirlerin yurdu haline geldi. Ardısra mağlupluğun, yenilmişliğin sesi konuşmaya başladı. Bu, sürgünün sesiydi. Karanlık bir yüzyılda başlayan, ölüm-kalım arasında gidip gelen ipincecik bir ses Kürd’ün yanık şarkılarına konuk oldu. Yezdinser mir olmuştu. Mir Bedirxan ise ihanete uğramış, yenilmiş, hançerlenmiş, harelenmiş, kendi yeğeninin işbirliği yaptığı Osmanlı ordusunun esareti altında sonu belirsiz bir gidişle, onuru kırık bir halde sürgüne çıkarılmıştı.
Mağlupları Dılo Mehmet Uzun yollara çıkardı
Yolun başlangıcı, acı ve çığlıktı.
Üşüyen sürgünler gibi...
Bir kez de olsa çiçek toprağından kopmuştu ve o hiçbir yerde artık özgür olamayacaktı.
Mir Bedirxan, Mam Seyfo ve etrafındaki Kürt beyleri, İstanbul zindanına tıkıldıklarında gördükleri manzara şaşırtıcıydı. Zindan; Bulgar, Slav, Mekadon,Türkmen vb ile dolu idi. Yanlız Kürt’e düşman olduğu zannedilen Osmanlı oysa “at binenin kılıç kuşananındır’’ diyerek talan, ganimet, yağmalama ve çapul peşindeyken kendinden olmayan herkesi kılıçtan geçiriyor, artakalanları da zindana tıkıyordu. Cizire Botan’dan gelen Mir Bedirxan ve yanındakiler şaşırdılar. Afallamaları boşunaydı. Bu devletin kuruluş ve varoluş sebebi zaten buydu. Güneşin doğuşuyla Mir Bedirxan, Mam Seyfo ve diğer esir Kürtler, Girit’e gönderilmek üzere gemiye bindirildiler. Gemi Girit limanına yanaştığında Mam Seyfo ile birlikte dört kişi akdenizin ılık sularına atılıp boğdurulmuştu bile.
Mağlubiyet, yenilmişlik birkez başlayınca arkası da sökün vererek geliyordu
Mir Bedirxan ve eşi Ruşen hanım küçük bir saraya, Mıgo ile Dengbej Bıro ise kendilerine tahsis edilen küçük evlere yerleştiler. Fırınlarda, inşaatlarda çalışan Mıgo ve Bıro hergün yan yana olsalar da yürekleri, gönülleri hep Dicle’nin yakarışındadır. Neşeli sohbetlerin yerini sesini yitirmiş gurbetin sessizliğiyle dolu sohbetler almıştı. Çekilmez fukaralığa bir de sürgünlük eklenince Ermeni Mıgo iyice içine kapanır. Bıro’nun yanık türkülerini dinleyen Mıgo artık hep göz yaşlarıyla konuşur. Güneş ateş topu halinde Girit dağlarını ısıtmaya başladığında Mıgo da dayanılmaz hasrete yenik düşerek yatağında taş kesilmişti.
Akdeniz’in ılık sularında balıklara yem olan Mam Seyfo ve oglu Mıgo’yu geride bırakan Mir Bedirxan, Dengbej Bıro ve etrafındakiler, yeni bir yasayla Suriye’ye gönderilmek üzere yola çıktılar. Yenilmiş Yezidiler, Asuriler ve sürgüne gönderilen Kürtler, şimdi, kendi yurtlarının öteki parçası bir başka Kürdistan’daydılar.
Dılo Mehmed Uzun bir bakıma dökümanter bir romanı kendi ruhsal imbiğinden geçirip hüznü, acıyı ve aşkın çığlığını, özgürlük çığlığı haline getirerek okuyucuyu bir tarihle de yüzleştiriyor. Kaç yüz yıllık Kürt tarihi ile karşı karşıyasınız. Yenilmiş, mağlup edilmiş bir tarihle.
Suriye onlar için biraz daha iyi gelse de bir defa yenilmişlerdi. Bu yenilmişlikte sürgün bir dert, bir illet gibi onların yakasını bırakmıyordu. Mir Bedirxan iyice aklaşmış saçlarıyla bazen Kör Bıro’nun yanık türkülerini dinleyerek bazen de kendisinin üzerine yürüyüp katlettiği Yezidi Kürtleri ve diğer mağlupları dinleyerek kendi inzivasında iyice yanlızlaşmaya başladı. Haberler arka arkaya kötü gelir Cizire Botan’dan. Osmanlı yeni bir oyunla Yezdinser’i de alaşağı ederek onu da Suriye yollarına, Dicle’nin karşı yakasına sürgüne gönderdi. İktidar ve hırs için amcasını hançerleyen bu yakışıklı genç de arkadan hançerlenerek ihanetin ihanetini yaşayarak amcası Mir Bedirxan’ın yanına gelmişti.
Ne Mir Bedirxan, ne Ruşen hanım ne de Bıro onu görmeye gitmediler. Onun yalnızlığı, hırsı, kendi ihanetiyle başbaşa kalırken, Mir Bedirxan’ın yüreği artık bunca ihanete dayanamadı. Şafağın kızıllığında yüzlerini güneşe dönüp dua eden Yezidi Kürtlerinin ilk duyduğu Mir Bedirxan’ın yüreğinin durduğuydu. Kör Bıro, diğer adıyla Drej Bıro’nun sesi Dicle’nin öte yakasına, ihanete uğramış yakasına ulaşacak şekilde yankılanırken ‘lo hawar hawar’ diyerek yükselen sesiyle Mir Bedirxan da son yolculuğuna uğurlanırken, parçalı bütün Kürt coğrafyası yeni bir acının sesini, yanlızlaşmanın sesini, sessizliğin sesini çığlıklaştırarak bütün Kürt coğrafyasına yayıyordu. Yezdinser, sırtından hançerlediği amcasının son yolculuğunda yoktur. Kapı komşusu olsa da…
Dılo Mehmed Uzun, hançerini arkada saklayan Kürt’ün ihanet tarihiyle okuyucuyu iyice tanıştırır. Okudukça ürperiyorsunuz, tüyleriniz diken diken oluyor. Ve artık hiç olmasın derken, ihanete uğramış, tecavüze uğramış Ester, diğer adıyla Ster de sessizleşerek yaşama veda eder. Romanı kapattığınızda düşünmeye başlarsınız. Ürpererek, biraz cinlenerek, bir hayli Kürtlere kızarak. Dılo Mehmed Uzun, mağlubiyetin diğer romanlarına konuk ediyor sizi. Bu kez kaşınızda cumhuriyet dönemi ve Ağrı dağı isyanıdır. Yurt dışında eğitim görmüş ince, zarif, entelektüel, saçlarına kır düşmüş Memduh Selim beyin sürgün gittiği Antakya’daki mazbut yaşantısına eklenen genç Feriha hanımın aşkıdır. Bu mütevazi yaşamın aşkı dillere destan yaşanırken Memduh Selim bey içinden kopup geldiği Kürdistan’nın acısını, ahını da kendisiyle birlikte Antakya’ya kadar getirmiştir. Ateş topu haline gelmiş Kürdistan artık onu çağırıyordu.
Başı dumanlı Ararat, destanların, efsanelerin güzelleştirdiği dağ Ağrı.. Yani Kuhi Nuh, Farsça Nuh Dağı yani. Masis, Ermenice. Yani Cebel el Haris, Arapça. Ağrı insanlık tarihinin en eski gemisinin mekanı, ve bu kez yüreği aşkla dolu Memduh Selim beyi bağrına konuk etmişti. Zirvesi karlı, teği yemyeşil, çağlayanların, kuş cennetinin ve isyanın coşkusunun içinde karşılanan Memduh Selim bey, isyanın başına geçti. Bu kaçıncı isyan, bu kaçıncı çığlıktı. Çok geçmedi. Gökyüzünü dolduran savaş uçakları, sayıları yüzbinlere varan ordu birlikleri başı dumanlı Ararat’ı ateşe vermeye baslamıştı. Ararat’ın eteğinden yükselen duman, zirvesine kadar ulaşmış çığlığa dönüşerek göğün sidre makamına erişmişti. Ölü gözleriyle bu vahşeti izleyen çocuklar, hançerlenen kadınlar, üst üste yığılmış cesetlerden çıkan ses Kürt’ün ölü sessizliğini arıyordu. Yenilgi, mağlubiyet, boynu büküklük yine onların kaderiydi.
Kıyamet kopmuş, yer inliyor, dağ bağırıyordu. Börtü böcek yuvalarına kaçıyor. Her yere savaşanların ve ölümün sesi egemen olmasına rağmen ordu komutanı Salih Paşa habire yeni güç isteyerek katliamın boyutunu büyütmeye çabalıyordu. Geride parçalanmış, gözleri çıkarılmış kafalar, karınları delinmiş bağırsakları dışarıda ölüler, ölüler, ölüler, sayıklayan yaralılar, bebek çığlıkları, ölüm ve ölümün soğuk yüzü adeta Ağrı’nın yüzü olmuştu. Salih Paşa, İhsan Nuri Paşa’nın emirleriyle üç yüzün üzerinde köy ateşe verdi. Onbinin üzerinde mazlum Kürt katledildi. Evlerini, yurtlarını, canlarının bir parçası haline gelmiş hayvanlarını, dahası ezan sesi yerine teslim ol çağrıları yapılan minarelerini geride bırakanlar, İçanadolu’ya doğru göç yollarına düştüler. Katliamı gözü kör sağır dünya izliyordu izlemesine de, gıkı çıkmıyordu.
Katliamın acı haberi Antakya’ya da ulaştı. Yüreği yanan Feriha hanım Memduh Selim beyin de katledildiği haberini almıştı.Yas, matem ve yenilmiş aşkın sessizliğiyle ailesi tarafından zengin birisiyle evlendirilerek Suriye yollarına düşürüldü Feriha hanım. Aylar sonra Antakya’ya ulaşan Memduh Selim beyi bekleyen yıkımdı. Ağrının zirvesindeki kanla yüreği yarılmış, aşk acısını çekerken bu kez Türkiye’ye devredilen Antakya’dan da sürgün yollarına çıkarak Suriye’ye yerleşti.
Dılo Mehmed Uzun “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” Mir Bedirxan ile Memduh Selim beyin acılarını kendi mütevazi lirik diliyle ustaca birleştirmiş. Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık’ta ise bir başka acıya açılıyor pencereniz. Bombarduman edilip yakılan köyde kalan çığlıklar içindeki bir tek çocuktur. Onu yanına alan bir kelle avcısı, onu kendisi gibi subay okullarında yetiştirir. Ve o artık yeniden isyan halindeki Kürtlerin üzerine sürülür. Kürt ulusal direnişine karşı ilk kelle avcılarını örgütleyen, halkı sindiren, köyleri basan bu gencin adı Baz(Şahin)dır. Bir rivayete göre de bu Cem Ersever’in hikayesidir. Gerillaların konakladığı yer diye bastığı evlerde sivil halkı öldürür. Asıl tüyler ürperten ise, Baz’ın gittikçe fuhuş, alkol ve cinlenerek geçirdigi günleridir. Romanın detaylarında Vietnamlaşmış Kürdistan’daki askerlerin, özel savaş birliklerinin bilinçaltında oluşan cinlenemeyi ustaca okuyucunun derinliklerine taşımış olmasıdır Dılo Mehmed Uzun’un.
Bir gurup gerillayla girdikleri çatışma sonucu bir kadın gerillayı esir alır Baz. Esir alınan kadın gerilla da Kevok’dur(Güvercin). Baz’la Kevok’u yakınlaştıran ise ortak ihanetin, kırım ve kanın ortaklığından başka birşey de yoktur. Devşirilip katilleştiğini fark eden alkolik, cinli ve savaş çılgını Baz’la Kevok artık kanlarında "asil" kan taşıyan devlete yük gibiler. Kanı “temizleme” günü gelmiştir. Başkentin arka arazilerine getirilen Baz ve Kevok’u gülerek karşılayan kendi arkadaşları, enselerine kurşunları sıktıkça gülerler, güldükçe çılgınlaşırlar. İhanet, kan ve çapsızlığın varacağı yerlerdir buralar. Dilini, tarihini inkar ettiği bir halka karşı sürdürdüğü kirli savaşın arka bahçeleridir buralar.
Dılo Mehmed Uzun ihaneti, mağlubiyeti kendini sürgün ettiği İsveç’te yıllarca yazdı. Üzerine ölü toprağı serpilmiş bir dili iğneyle kuyu kazarak, o dilden modern bir Kürt edebiyatını da yarattı. Gariptir, bu dil dünyanın evrensel boyutlarını zorladı. Böyle bir dilin olmadığını söyleyip duran inkarcıların dillerini gırtlakarının içine kaçırırcasına yazdı hem de. Bunun bedellerini ödemekte de gecikmede. Sürgünler yetmiyormuşcasına bu kez de mahkeme koridorlarında Türklüğü aşağıladığı vb suçlamalardan ötürü, saçma sapan bir şekilde defalarca yargılandı. Belki de o ölümcül rahatsızlığın onu yakalaması da bundandır. Barış, halkların kardeşliği diyerek kafasını musalla taşına koydu. Tarihi kapıları ve surlarıyla ünlü dinlerin, mezheplerin kucaklaştığı ve kendisinin de en çok sevdiği Diyarbakır’dan son yolculuğuna çıkarken Mir Bedirxan, Mam Seyfo, Dengbej Bıro ve Memduh Selim beye götüreceği hiç iyi haberler yoktu. Skorpy helikopterler, savaş uçakları Kürt dağlarını bombalıyor, Kurdistan’ın iki yakası işgal altında, binlerce özel yetiştirilmiş, yetiştirilmemiş işgalci orduları seyreden çocukların acılarını götürecek onlara. Dicle’nin daha çok yakararak aktığını anlatacak. Ölü çocukların sessiz çığlıklarını, dağdaki gerillalara karşı askere gönderilip öldürülen Kürt gençlerinin ve diğerlerinin ahının nasıl malzeme yapıldığını anlatacak...
Feqi Teyran’nın ağıtlarını aldı yanına Dılo Mehmed Uzun, Meleke Tawusla, çok sevdiği dengbejlerle yürüdü son kez Mardin kapıdan. Tarihi kapılarını sevdiği Diyarbakır’dan giderken düşünüyordu, güneşe ve ateşe bakarak. Bu devletin köhnemiş zihniyetlerine hiçbir şey anlatamadı. Fakat onlara analatacağı hüznü yıllarca yazdıklarıyla bize anlattı.
Kürtlerin, aşk, ateş ve çığlığı Dılo Mehmed Uzun; toprağın bol, rüyaların daha derin olsun...
-----------------------------------------------------------------------------------------------------
Sevgilinin Hatıratı Dumura Uğradı.
Cihan Erdoğan
Bir senaryo, bir sanat eseri bir tarihi anlatırken kuşkusuz birebir konuya sadık kalarak anlatmasını beklemek saf dillik olur. Kimse bunun tersini de idda etmez. Kaliteli ve geçmişi günümüze taşıyan entellektüel çaba karşısında kimsenin diyeceği hiçbirşey de
olmaz.
Yazının başlığından anlaşıldığı gibi yaşanmış bir tarihi, birçok şeyi altüst ederek anlatan bu muphem dizi için artık birşeyler söylemenin de zamanıdır. Reyting kaygısına kendilerini iyice kaptıran dizi yöneticileri, acılarla dolu bir dönemin derinliklerinden ziyade gittikçe ha bire arabesk romantizimle izleyici potansiyelini artırma peşindedir. Seçtikleri dizi oyuncularının nasıl oynayacakları veya nasıl bir başarılı performans sergileyecekeri önemli değildir. Önemli olan, oyunculardan istenen sadece o dönemin kahramanlarına benzemeleridir. Hal böyle olunca da Deniz Deniz’i, Mahir Mahir’’i andırıyor. Hepsi o kadar.
Final olarak gösterilen belgesellerle dizideki Deniz ve Mahir karşılaştırıldıklarında o dönemin ruhundan, duygu ve hissiyatından eser bile göremezsiniz. Dizi yönetmeni ve kalemşörleri de zaten bunu istemediklerini ortaya koyduklarıyla iyi izah ediyorlar.
Bir dönemin katı zebellah sistemine baş kaldırıp, yüreklerini avuçlarına alarak darağacına, Kızıldereye gidenler, içleri boşaltılarak ha bire azizleştirilip, Kemalistleştirilerek adeta bugünkü sistemin koruyucu melekleri haline getiriliyor.
Galiba baştan anlaşmışlar gadre uğrayan DP''nin ne kadar demokrat olduğunu anlatarak sanki bir icazet makamındalar. Ne aldılar, ne verdiler. Aldı verdi dünyasında bunlari da dusunmeden safca bakmaya calisiyorsun.
Çarpıklıklar durmak dinmek bilmiyor.
İlk başlarda Taylan Özgür''ün kız kardeşi kızarak çarpıtmayın demişti. Taylan sizin anlattığınız, çarpıttığınız şekilde öldürülmedi dediğinde dizi yazarı Nilgün Öneş "Kitaplar ne yazıyorsa onları uyguladık" diyordu.
Kitaplar sahi ne yazmıştı. Onu herkes biliyor. Hem ortalıkta ciltlerle dolu kitaplar da yok. Ortada var olan kitaplarla senaristlerin anlattığı arasında galiba dağlar var. Bu kitapları biz mi okumadık. Ya da Nilgün Öneş’’le Ummu Burhan tersten okuyup bir tarihi bölüp parçalayıp içine biraz da aşk garnitürü ekleyip, ticari magazinle kazançlarını mı hesaplıyorlardı.
Ummu Burhan''la Nilgün Öneş bütün bilinenin ötesinde bilmek ve kazanmak istediklerini haylice iyi bilerek eklektik sahte bir tarih oluşturdular.
Diziyi Yassı ada boyunca veya tavaf ettiği diğer alanlarda izleme olanağını fazlaca bulamadım. Fakat gördüklerim, göremediklerimden daha da korkuttu. Yükselen homurtu ve yaygın eleştiriler sonucu olacak ki, bu defa Nilgün Öneş "Türkiyenin sancılı dönemlerini eksiksiz ve herkesi memnun edecek bir şekilde vermemiz imkansız. Dediğim gibi bu sadece bir hatırlatma. Seyirciye hatırla ey seyirci diyoruz. Bundan sonrası ona kalmış. Hatırlamanın okumanın sonu yok.''
Anlaşılmayacak birşey yok. Nilgün Öneş önce söylediği yalandan çark ederek çoktan yazılanların dışına çıktıklarını bir bakıma itiraf ediyordu.
Çok düşündüm. Kellemi iki eliminin arasına alarak. Ensemi kaşıdım.
Para ve hırs bu kadar tasavursuz bir hale mi sokuyor insanı diye…
Sahtelik, inkar bir kişilik haline gelirse dedim ve ürktüm.
Karıştır, barıştır herkesin eline bir elma şekeri vererek.
Menderes, Gezmiş sırf idam edilmelerinden başka ortak yanları olmayan iki insanı aynı potada gadre uğramış yazık ve telef edilmiş olarak verilmeleri magazin ve ticari kaygılarla süslenmiş bir tarihten başka neyle izah edilir. 70’lere geldiğinde Amerika karşıtı gençlik hareketini iyice Kemalist bir potada eriterek anlatıyorda, anlatıyor.
Tek tek münferit sahteliklerden ziyade bayağı amiyane sahtelikeri göstermek dizi yöneticilerinin ticari magazinlerini daha bir açığa çıkaracağına inanıyorum...
Şehirlerden dağlara doğru yönelen devrimcilerin içleri boş birer keklik avcısı gibi verilmelerini de bir kenara bırakalım. Sahi Nurhak''ta Sinan''lar kurşunlanırken.
Dersim deki İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları neden yok.
Olacak o kadar Kaypakkaya’’yı içini şimdilik boşaltamayıp onu Kemalistleştiremiyorlar. AKP biraz daha güçlenirse Kaypakkaya'’yı da belki Kemalizm karşıtlığından dolayı şeriatçı olarak verirler.
Şaka bir yana Freud diyor ki ‘Kapı birazcık aralanmasın aralandığında arkası gelir’.
Nilgün Öneş ve Ummu Burhan’’ın kapıları ardına kadar açıldı gibi.
Kaypakkaya’ ve arkadaslarını da bu yakın tarihten makaslamaları yok saymaları kendi ata dedelerinin kendilerine göre oluşturdukları resmi tarihe benziyor.
Ne Ermeni katliamı? Ermeniler bizi katlettikten sonra bir gece yarısı kaçıp gitmemişlermiydi?
Kürtler mi? aman boş ver öyle bir zümre mi var.
Gibi
Hatırlatmaya çalıştıkları sevgililerde bir yana, bilinen o dönemde gözlerini ölümden esirgemeyip canlarını verenlerin hepsinin Kemalist olduklarını futursuzca anlatıp durmaları. Deniz’’mi daha çok Kemalist Mahir’mi? Deniz''lerin ne kadar daha hızlı Kemalist olduklarını anlatırken.
Seyirciyle alay ettiklerini zanneden Nilgün Öneş ve Ummu Burhan bu kez kendi kazdıkları kuyuya kendileri düşüveriyorlar.
Yusuf Aslan, Hüseyin İnan''ın son sözleri gerçekten verilir. Deniz Gezmiş''in son sözünün ince bir şekilde makaslandığı gözlerden kaçmaz. Makasladıklari yeri biz söyleyelim ‘’Yaşasın Kürt ve Türk halklarının bağımsızlık mücadelesi’’
Yaşadıkları dönemi gözönünde bulundurursak, Deniz Gezmiş ve Mahir Çayanın Kemalist hareketle ilgili farklı düşüncelerini anlayabiliyoruz. Hayatlarını adadıkları bu davada esas duruşlarını da anlatan sadece bu degil. Gözleri dönmüş bir şekilde Kürt düşmanlığı yapanlar iyi bilmeliler ki onlar gerçek anlamıyla kürt ulusunun dostlarıydılar. Deniz Gezmişin son sözüde bunu teyit etmek için yeterlidir.
Nilgün Öneş ve Ummu Burhan’’nın dizi boyunca öcü gördükleri öcüden kaçar gibi kaçtıkları yerlerde buralardır.
Mahir Çayan’ın kitabına hiç mi bakmadılar.
Sayfalarca Kürt sorunuyla ilgili yazı var o yazıları acaba hiç mi görmediler. Görmez olurlar mı? Kaygıları çok farklı, gizlemeye çalıştıkları kaygılarını biz anlamıyor değiliz.
Bu ülkenin acılı, ağdalı bu yakın tarihine tanıklık edeceklerine,
Etine, sütüne karışmadan. Kendi vicdani muhasebeleri yerine cüzdani bir muhasebe peşine düştüler. Bunun içindir ki sevgiliye hatırlattıkları da dumura uğradı.
cihanerdogan10@hotmail.com

‘Bütün Dünya Evim’
Muzaffer Oruçoğlu
Paris
‘Bütün Dünya Evim’ Muzaffer Oruçoğlu resim sergisi büyük ilgi gördü.
30 Mayıs saat 18.00’de Elele Kültür sanat evinde açılan segiye Oruçoglu’nun kendisi de katıldı. Çoğunluğunu göçmenlerin oluşturduğu katılımcıların yanı sıra Fransızlar da sergiye ilgi gösterdi.
Dünyanın sorunlarını kendi ruhsal imbiğimden geçiren Oruçoğlu yine insana dair ve onun ruhsal dağılma ve parçalanmasını ustaca tuvale taşımıştı.
Anadolunun en ücra köşesinden, silahının kütüklüğünü kitaplarla dolduran Zapatistlerden, Avrupada parçalanan insan figürlerini mitoloji ve yer yer masalımsı bir dille kendine has anlatan Oruçoğlu katılımcıların meraklı sorgulayıcı sorularıyla baş başa kaldı. 15 Hazirana kadar sanat severlerin ilgisini bekleyen sergi için en yisi biz serginin açılışına katılan sanatcı ve sanat severlerin görüşleriyle sizleri başbaşa bırakalım.
Mümtaz Çeltik (Ressam)
İlkellikle modernizmin ustaca bir sentezi tek kelimeyle bravo...
İsmail Yıldırım (Ressam)
Bu resimler ciddi bir şekilde melezleşmiş resimlerdir. Bu anlamıyla evreseldir diyebiliriz. Bu resimleri Miro’nun çığrında görebiliriz. Muzo Türkiye’yi dünyaya anlatıyor. Türkiye’de Muzo’yu anlarsa iyi bir ressamı kazanmış olacaktır derim.
Murat Aktaş (Fırat haber ajansı)
Sergiyi çok başarılı buldum. Mezopotamya figürleriyle Avrupa renklerinin bir bütün içinde harmanlanmış olduğunu düşünüyorum. Resimlerde sanatçının toplumsal duyarlılığı sürrealist dışa vurumcu bir şekilde ustaca işlenmiştir. Renklerin kullanımı ve objelerin şeylerin hayvanların bulundukları çevre ve insan soyunun bunlarla ilişkileri enterasan bir şekilde işlenmiştir. Katılımın bileşimi dikkate alınırsa fiyatları pahalı buldum. Genel sanat dünyasını düşününce tabi ki normal.
Sanatçının bu çalışmaları mitoloji ve tarihsel figürler düşünüldüğünde tablolar tarihsel bir belge niteliğindedir.
Sanatcıya başarılar diliyorum.
M. Kalan (Araştırmacı yazar)
İlkellikle modernizmin ustaca harmanlanışıdır. Bu kadarını beklemiyordum.
Veli Şerko (Kürt gazeteci)
İnsan kızına ve insanoğluna ait, tarih boyunca tarihte gezinen düşsel motifleri gördüm. Ellerine sağlık.
Süleyman Yeşil (Cezaevi dava arkadaşı)
Bazı resimlerinde konu darlığı ve zayıflık var. Hızlı üretiyor. Bazı resimlerini yakarsa çok daha başarlı olacak. Bazı resimleriyse gerçekten güçlü.
Kendine has çizgisi var ama dediğim gibi kötüyle barışmak yanlıştır. Daha da derinleşeceğine inanıyorum.
Cihan Özcan (Ressam)
Sergiye ilk girişimde iki farklı sergileniş gördüm.Uzun duvarda asılı olanlar daha çok Muzaffer’in kişisel dünyasıyla içinde yaşadığı Avusturalya toplumunun yakınlaşmasını net olarak görebiliriz. Tuval yüzeylerinde kullandığı teknik onun Türkiye ile ilişkisinin kopmadığının sonuçlarıdır.
Ali Taki (Felsefeci)
Resimde önemli olan teknik ve boyanın kullanımıdır. İlk döneme ziyade kendini önemli oranda aşmış. İlkel dönemle, Aborjin ve Anadolu esintileri sarsıcı bir şekilde göze çarpıyor. Tek kelimeyle teknik açıdan önemli bir aşamayı yakalamış.
Gaye Petek (Elele Sanat Evi Yöneticisi)
Sergiyi çok beğendim. İyi bir ressam. Kübist bir tarzı var. Aslında resim üzerine konuşulmaz. Oruçoğlu’nun sanat evimizde oluşundan oldukca memnunuz.
Erdal Emre (Cezaevi arkadaşı)
Tarih, felsefe, estetik ve ruhsal bir derinlik görüyorum.
İsmail Erdoğan (Cezaevi ve eski arkadaşı)
Can kardeşimi yazar olarak biliyordum. Oysa resimde de başarılarına imza attı. Ben herşeyi ondan öğrendim. Onun başarıları içimi içime sığdırmıyor. Çocukluktan beri beni eğiten odur. Kişiliği, dili ve edebiyatıyla da halktan hiç kopmadı.
Onun amacı hiçbir zaman para olmadı. Onun için onu hep sevdim ve sevmeye de devam edeceğim.
Ahmet Vural (Gazeteci)
Ressamın muhteşem bir emeğinin ürünlerini Paris’te görmek sevindirici. Türkiye ne yazık ki böyle değerlerini hala yerlerden yere vuruyor. Bedbaht yöneticilere rağmen bugün Anadolu esintlerinin dünya iklimiyle buluştuğu bir yerde olmanın sevinci içindeyiz.
Emrali Yağan (Şair)
Kendine özgü şık bir tekniği ile tam anlamıyla estetik bir gösteri diyebililiriz. Belli ki tarihi, mitolojiyi ve modernizmi sentezleyen entellektüel bir ressamın, ayrıca güzel bir yazarın düş bahçelerindeyiz.
Arzu Bozbey (Avukat)
Işığın, rengin ve ahengin peşinden koşturuyor. Belki de biraz önüne geçerek. Başarılı ve güzel bir sergiydi.
Mustafa Aslandoğan (Ressam)
Çalışmaları çok hoş değişik malzeme ve teknik kullanmış.
Emine Oruçoğlu (Öğretmen)
Burada bulunmam ve bu büyük insanın tablolarını izleme olanağı bulmam tek kelimeyle beni büyüledi.
Feridun İhsan Berkin (Cezaevi ve dava arkadaşı)
İlk naif dönemi daha çok Balaban etkisi atındaydı diyebiliriz. Aradan geçen 20 yıl Muzo’nun evrensele ulaştığını söyleyebiliriz. Tablolarında ışık ve renkle başarısını gösteriyor.
Sergi çok başarılıydı. Katılımcılar daha çok ilgili insanlardı. Bundan sonra Fransa’nın kapılarını Muzo’ya açacacağına ve daha başarılı olacağına inanıyorum.
Ozan Tea (Sinemacı)
Renkler oldukca canlı, resimlerindeki ışık umudu muştuluyor.. Figüratif yanları önemli. Stilde göze çarpan kübizmle, konstritizm sentezi var.
Marta tablosu ise modrnizmin güzel bir sentezi.
Aslında bu tablolar ışık dolu keşke karanlıkta bakabilseydik.
Refik Afşarlı (Öğretim görevlisi, araştırmacı, yazar)
Zengin bir sergi. Gelenleri düşündüren bir sergi. Eskiye göre muazzam bir yol katetmiş. Daha uzun bir değerlendirme gerekir. Bir daha geleceğim. Ama kesinlikle beğendim
Yasemin Erdem (Avukat, sergi organizatörü)
Muzaffer Oruçoğlu’nun resimlerinin sanat severlerle Paris’te buluşması elbette önemliydi. Bunca koşuşturmanın sonucunda Muzo’nun tablolarındakı ışık, renk cümbüşü yorgunluğumuzu alıp götürdü.
Sevindirici olan katılımcıların meraklı bakışları ve içten sorgulayıcı olmalarıydı.
Serginin hazırlanış aşamasından beri gösterdikleri özveriden dolayı Gaye Petek’e, Nejat Ferouse, Murat Erdeniz ve galerisini bize hep açık tutan ressam İsmail Yıldırım’a teşekkürü borç biliyorum.
Muzaffer Oruçoğlu (kendi değerlendirmesi)
Sergiyi organize eden ve beni sizlerle buluşturan herkesi içten selamlıyorum. Büyük bir emekti. Sanat severler de zaten bunu görerek değerlendirdi.
Sergiye gelenler resimlerle ilgili haddinden fazla soru sordular. Resimlere tahlilci bir gözle baktkıları imajı uyandı bende. Ezici çoğunluk Türkiye’lilerdi. Resmin dışında konuşanların, kendini anlatanların sayısı da az değildi. İnsanların baskı altına aldıkları sıkıntılarını sergide yer yer açığa vurduklarına tanık oldum. Sonuç olarak iyi geçti. Memnun oldum........

Aysberg daha çıplak
“Parlak bir zekanın ürünü hareketler genellikle bireyler tarafindan gerçeklestirilir.
Ama inanılmayacak kadar aptalca konularda topluluklar organize olurlar.”
John Bentley
Yıllardır süren çatışmalı ortamda birkaç kez kirli ve pislik dolu bağırsakları deşilen sistemin, (Susurluk, Şemdinli) vs bunun çeşitli versiyonları olarak biliniyordu. Son yıllarda ardı ardına gelen krızler Aysberg’in görünmeyen yüzünü iyice açığa çıkardı.
Fetullah''la bütünleşen Muhavazakar sağ AKP yeni patronuyla birlikte karşılarına aldıkları Ittihatçı "sol'' gözüken sağ ile birlikte kıyasıya bir çatışmaya girdiler. Gözü dönmüş milliyetci nutuklarla seçim alanlarında doluşanlara karşı özgürlükçü demokrat kesilen muhavazakar sağ ve onun yeni patronu bildik bir şekilde kendi yalan suyuna göre dümen kırdı. Önemli olmamakla birlikte militarizimden, çözümsüzlükten bıkan Kürt halkı da azımsanamayacak bir destek verdi.
Seçim sonrası zafer sarhoşluğuna tutulan Fetullahçı muhafazakar sağ AKP"ye karşı Ittihatçı sol görünen sağ adeta bir meydan muharebesine tutuştular. Birisi arkasındaki parlemento ve çoğunlukla böbürlenerek övünürken bir diğeri de arkasını dayadığı ordudan ağır beklentileriyle son hız harekete geçtiler.
Bu tartışma ve boğazlaşmanın odağı her ne kadar türban olduğu gözükse de sorunun esasını oluşturan Kürt"ün gırtlağına takılacak olan urgan oluşuturuyordu.
Muhavazakar sağ ve sol gözüken Ittihatçı sağ bu kez sınırın öte ve beri yakası üzerine tartışıp durdular. Tam ittifak tam taarruz da görünürde yine birleştiler. Tüm eğitilmiş özel
ekiplerini, motorize birliklerini Kürdistanın parçalı her iki yakasına yığıp beklediler. Tabi beri yakasında verecekleri hiçbir hesap olmadığı için dağları taşları ha bire bombar dumana tutarak bir büyük gözdağıyla nihayet Kürdistanın öte yakasındaki dağları ağır savaş uçaklarıyla bombardumana tuttular.
Muhavazakar sağ ve sol gözüken Ittihatçı sağ adeta şov yaparcasına birbirlerini alkışlar gözüküyorlardı, tabi biri birlerine karşı biledikleri bıcakları arkalarında saklayarak.
Büyük ve yenilmez bir ordu, modern teknoloji ve vicdanını yitirmiş medya ile birlikte bu kez kara harekatına başladılar.
Bitti, bitirildi. Derken gitmeleri gerekmeyen yerden bu kez yenik bitap olarak gerisin geri döndüler.
Olurmuydu, olamazmıydı tartışmalarını izledik. Bu tartışmalar buz dağının gözüken ucu gibiydi. Kimi üniformasını çıkarıp atacağını, kimi ceketini alıp gideceğini söyleyerek yeni birşeyler peşine çıkıyorlardı.
Parçali olan MHP, CHP, İP sağ sol Ittihatcı ittifakı sırtlarını dayadıkları ordunun karşısına, ordunun düşmanı gösterilen Muhavazakar sağ AKP Itithatçı sol, sağ, koltuğunu oturmuş oldu. Baş döndüren bir değişim olarak gözükse de, memleketin yapboz hali bu.
Geçmişte Kurtuluş savaşı yıllarında Kemalist burjuvazinin emperyalistlerin ittifakı haline geldiğini söyleyenlere gülüyorlardı.
İşgalci güçlerle savaşırken onlarla nasıl birleşilir diye.
Tarihin sayfalarından biraz olsun yakın geleceğe bakarken karşılanan manzaranın sonucu ürkütücüdür.
Danıştay binasını kurşun kalburuna çeviren ergenekon''cu küçük Veli"nin adamı çıktı. Cumhuriyet Gazetesini bombalayanlar da ergenekoncu milliyetçi akım. Gazetenin üst düzey yetkileri ve İP'li Ferit İlsever onlarla toplantılar yapıyor.
Çözemiyorsun insanın kafası karışınca ayakları da karışıyor.
Derken Veli Küçük''ten en sonra iş epey uzadı. Uzayan işin mızrağı bu kez sol gözüken Ittihat'çı sağa yöneldi. İlhan Selçuk, Doğu Perinçek''te derdest gece yarısı tutuklandılar. Gece yarısı mı yarının gecesi mi tartışmaları birçok şey sorgulatıyor insana.
12 yaşında bir çocuğun babasıyla kurşun kalburuna çevrilmesine ses çıkaramayanların, feryadı, figan bağırmalarını dinlemek birşey ifade ettirmiyor.
Teorisyen veya bir başka birşey olurlar. Ziverbey''de işkence görürler. Yazdıklarıyla mazlum Kürtler''e ölümlerden ölüm beğendirtmek için canhıraş uğraştılar. Gözlerine mertek çekerek bu ülkenin Kürt sorunu yoktur ‘terör’ sorunu vardır diyenler. Kelle avcısı, ’vatansever gözükenlerle kol kola olmamalarının da hiçbir nedeni yoktur..
Dün vatan için ölen de öldüren de bizimdir diyerek Abdullah Çatlı gibi üçüncü sınıf müsveddeleri kahraman yapanların başında baş Kahraman Küçük Veli yok muydu.?
Ölü çocukların gözlerindeki sessiz cığlığın gece yarısı solmayacağını anlamadıkları sürece kendi boyunlarına daha ağır değirmen taşları takılacaktır.
Kendine özgürlük ve ötekilerine ölüm diyenlerin kurdukları ilişkilerin sonucu ancak bu olabilir.
Nitekim yine
Bir sabah erken bir daha taşlar tekrar yerinden oynadı. Fetullahçı muhafazakar sağ TSK’nın en üst kademelerinde görev almış emekli generalleri ve ittihatcı sol milliyetçi gazteci ve iş adamlarını derdest toparlayıp tekrar Vatan caddesine yine bilinen ergenekoncular olarak yığdılar.
Şaşılacak, şaşırtılı şeyler yok. Aslında son tutuklular arasında sanal olarak Yaşar Büyükkanıt’ta vardı.
‘Darbe hazırlığındaymışlar, suç üstü bastırıldılar.’ Manşetleri güçler arasındaki taht kavgalarını gizleyemiyor.
Esas darbeci paşa Evren Marmaris’te paşa paşa sırt kızartıp 17 yaşındaki insanları yine asarım diyerek parmağını toplumun gözüne sokarak sallarken nedense kırmızıyı görmüş boğa gibi bir birini boğazlamaya çabalayan Fetullahcı ve Kemalist klikler onun adını bile anmıyor ve her nedense her iki klikte 12 eylülü görmezden geliyorlar.
Her iki kliğin hesaplaştıklarının geçmiş karanlık tarih olmadığı kesindir.
Bu film çok görüldü. Baş rolünde korku ve kaygılar olan bezdirici senaryoların figüranları yine ezilenler olacaktır.
Kürt diyarında yürüttükleri kanlı, kirli savaştan bir türlü terhis olamayanların, daha bu senaryolara çok ihtiyaç duyacakları kesindir.
Evren paşa 80’lik sırtını kızartırken, dağ, taş Kürt avına çıkan emekli paşaların kollarına kelepçe takılabilir.
Aslında
Amerikancı Fetullahcılarda bir bakıma gözetime alınarak tutuklandılar. Statik rejim, statükosunun hapsine girdi.
Cerahat yani kokuşmuş irin tüm haliyle toplumun gözleri önünde.
Devletin en derin yerleri kendi derinliklerindeki dalaşı gizleme ihtiyacı duymuyorlar artık.
Stratejik uzmanlar, liberal taktisiyen ve kalemşörler iyice sol gözüken ittihatcı Kemalistlerden uzaklaşıp, Fetullahçı muhavazakarlara da imtina ile yaklaşarak kaliteli bir sol parti gerekli diyerek seslerini yükseltiyorlar.
Her kriz kendi kulvarına göre çıkış arar.
Halk güzel söylemiş "ateş olmayan yerden duman çıkmaz" izliyoruz, görüyoruz bir tarafın ateşinden duman çıkarken diğer taraf ateşini başka gizli ateşle birleştirip dumanını gizliyor.
Gördüklerimize bir bakalım bu ülkenin tutuklanan ‘Işçi’ partisi lideri Doğu Perinçek nasıl bağırıyor du ? "TSK’’nin başına geçirilen ikinci çuvaldır. Albay Sarızeybek’te TSK’nin başına geçirilen 3. çuvaldır diyor. Sarızeybek’i bir bakıma döktüğü kandan anlıyoruz.
İnsan düşünüyor, ürperiyor, korkuyor. Doğu Perinçek General mi, Yarbay mı, Onbaşı mı ? veya neyin kaçıncı başıdır da kafasına çuval geçirildiğini bağırarak anlatmaya çalışıyor du. Acaba TSK”nin hangi görev kademesinde yer almış.
Ona benzer sloganları bu kez ATO başkanı ırkçı gözü dönmüş Sinan Aygün’den duyduk.
Halka karşı o kadar çok birleşip o kadar çok caniyane işler yaptılar ki, şimdi artık bir birlerini yiyorlar.
Yediler, içtier, aksırıp, tıksırdılar. Hayra alemet hiçbirşey yoktur onların sofralarında. Kısacası alenen gördüklerimiz belki kurtlar sofrasının en büyük dalaşıdır.
Aysberg daha çıplak.
Cihanerdogan10@hotmail.com
Bu e-Posta adresi istenmeyen postalardan korunmaktadır, görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
ARARATIN ZİRVESİ HEP SİSLİDİR!
Söylenceye göre Nuh’un büyük tufanı sonucu telef olan onca insan ve hayvandan arta kalanlar tanrının insafa gelip gelmediğini öğrenmek için bir güvercin uçurdular. Güvercin zeytin dalıyla geri döner. Bundan olacak ki güvercin insafın, zeytin dalı da barışın simgesi olarak bilinir.
Ama Ararat’ta hiç te böyle olmadı. Ararat’ın zirvesi hep ölümün, kıyımın içine sindiği bir sisle örtülü kaldı.
Cizre, Botan’da Osmanlı orduları Mir Bedirxan’ın kendi yeğeni Yezdinşer’in ihanetiyle kaleye sıkıştırıp “teslim alındıktan” sonra, Mir Bedirxan, Ermeni Seyfo ve beraberindekiler zirvesi sisli, eteği kan ve barut kokan Ararat’tan sürgün yollarına düştüler. Girit, Irak, Suriye ve Filistin topraklarına uzanan bir sürgün yolunun Ağrı’sının ilk başlangıcıydı bu. Gökyüzünde uçuşan güvercinler ve bil cümle hayvan alemi, zirvesi sisli Ararat’ın acısını, ağrısını, kanayan yerlerini görüyor, yalın ayak çocuklarla birlikte Feqi Teyran’ın ağıtlarını, Klamlarını yanık kaval sesleriyle çığlıklaştırıyorlardı. Osmanlı’nın kaltak orduları, onurunu kırdığı, toprağını hançerlediği bir halkı katliamla, sürgün yollarına dökerken aslında kendisini de çıkışı olmayan bir onursuzluğun bataklığına sürüklüyordu.
Çok geçmedi. İttihat ve Terakki nam-ı değer teşkilat-ı mahsus’a örgütledikleri Hamidiye Alayları’yla birlikte atalarından aldıkları genetik mirasla bu kez mazlum Ermeni halkını kırıp dökerek, zirvesi sisli Ararat’ın eteklerine toplayarak ölümlerden ölüm, sürgünlerden sürgün beğendiriyorlardı. Gökyüzünü dolduran Feqi Teyran’ın kuşları yanık kaval eşliğinde ayakları çıplak, yürekleri hançerli Ermeni çocuklarıyla birlikte Sarı Gelin’i bu kez Ermenice söylüyorlardı. Ararat’ın ağrı’sı, ağulu acısı ha bire derinleşiyordu. Geride ölülerini, mezarlarını, tarihlerini, kimliklerini dahası, parçası haline geldikleri topraklarını el emeği göz nuru renkli kilimlerini kanlı ayaklarına dolayarak, bir halk yollara düştü. Yüzlerini gündüz güneşine, geceki ay ve yıldızlara dönerek küçülen kanlı ayakları ve büyüyen acılı ağdalı yürekleriyle Kürt beyi Mir Bedirxan’ın yolundan yine Irak, Suriye, Filistin ve oradan dünyaya dağılacak sonu belirsiz bir halkın yolculuğuydu. Vicdanı kanayan bu coğrafya kendi vicdanının iç derinliklerinde bir kez daha öldürülüyordu. Geride insan hüneriyle inşa edilen boş kiliseler, gögün sidre makamına ulaşan yanık Ermeni ezgileri ve sahipsiz Ermeni mezarları kalıyordu.
Olmaz olsun, yalanın menzilimi vardı ki? Tarihin bir parçası, Anadolu toprağının kadim bir ahlkı artık yok edilmişti. Ama yöneticileri gayet pişkince hala bağırıyorlardı. Ermeniler bizi katletti ve kaçıp gittiler! Koca bir devlettiler, düzenli orduları vardı. Üzerine yürüdükleri biçare bir halkın kendilerinin katlettiği yalanından başka sığınacak limanları da yoktu. Geride kalanlar korktular, sindiler. Kanın ve ateşin ilmiğinden geçmiş desenli Ermeni kilimlerini acılarının üzerine sererek sustular. Agop Ayhan, Manuel yaşar, Mıgırdıç Mahmut, Garbis Garip olarak ortalarda gezinmeye başladılar. Bunlardan biriside yüreğimizi derinliklerinden, insan olan yanlarımızdan, kanayan vicdanımızdan vuran, vurarak bizi de öldüren Hran’tı. Göç yolarından, sürgünlerden süzülerek yetimhanelere düştü. Eminim ki ayakkabısının altı o zamanda delikti. Yaşanan onca travmadan, onca acıdan sonra elbetteki yönünü sola dönecekti. Orhan Bakır’larla, Manuel Demir’lerle kendisinin de gururlanarak söylediği TKP(ML) saflarında saf tuttu. Ne gariptir, Ermeni cematiyle bir sorun yaşamamak için, adını Fırat olarak değiştirdi. Yine ne gariptir ki 12 Eylül’ün kanlı karanlık günlerinde Ermeni çocukları için kurduğu kreşi TİKKO Kreşi olarak basılıp kollarına zincir bu kez Evren paşa tarafından takıldı. Alman düşünür Goethe, “ bin yıllık tarihiyle yüzleşmeyen insan günübirlik yaşayan insandır” der. Oysa Nü resimleri yapıp Rahmi Koç’a satan Evren paşa ve beraberindekliler, toplumu karanlık hücrelerden geçirerek balık hafızalı, cinli tipleri yaratmayı çok hünerli bir şekilde becerdiler. Dilimi, kültürümü, türkülerimi, şarkılarımı istiyorum diyen Kürt’e, tarihimle, acımla yüzleşmek istiyorum diyen Ermeniye düşman bir toplumu el birliği ile yarattılar.
Işığın girmediği yerleri karanlık kuşatır. Onurlu aydının görevi de karanlığın böğrüne kaleminin ışığını dayayarak kendi vicdanıyla, ölümün ateşten cinli gömleğini giyerek yürümektir. Hrant Dink bunların önlerinden gidenlerdendi. Ermeni ve Kürt kilimlerini silkeliyor, onların altındaki acıyı yüreğine taşıyordu. Oğlunun adı Ararat, kızının adı da Mir Bedirxan’ın torunu Kürt Dilan’dı. O acıların kanayan yanlarını deşerek düşünen, düşünmek isteyen Türk, acının ateşiyle gözevleri yaşlı Kürt ve Ermeni oluyordu. Onu ne Emperyalistler, ne devlet ne de sırtını Emperyalistlere dayayan Diaspora Ermenisi sevmedi. Acının, kırımın, kanın üzerinden kanlanarak yürüyenler, kanlı salyalarıyla hep birlikte O’na hain diye bağırdılar. O, vurula, vurula, linç edile edile, yüreğini avucuna alarak altı delik ayakkabısıyla birlikte bu ülkenin vurulan, vurularak öldürülen, öldürüldükçe küçülen, kapana sıkışan onurunu arıyordu. Küçük Vali’ler çoğalıyoe, Onur ise ha bire küçülüyordu. Bu ülkede cin atına binenler, çocukları da cinli katil haline getirdiler. Çoğaldıkça büyüyen, artarak çoğalan küçük Veli’ler buralardan nemalanıyor, buralardan aksınıp tıksınarak besleniyorlardı. Bu ülkenin pisliklerle dolu bağırsakları ha bire şişiyor. Ondandır daha da çılgınlaşıpğ saldırganlaşıyorlar. Halkların kardeşliği için tek sahip olduğu bir kalemi, örseli bir yüreği, aydınlık bir beyini ve vede altı delik ayakkabısı olan Hrant Dink bu ülkeyi nasıl bölüp parçalayıp satacaktı. Dün Nazım Hikmet’e büyük puntolarla “vatan haini” diyen bağıranlara Nazım, “yazın, çizin bağırın efendiler, evet ben vatan hainiyim ve devam ediyorum vatan hainliğime. Vatan ki satlık bir toprak, ve beklenen bir banka çeki değil. Evet Nazım Hikmet vatan hainidir ve vatan hainliğine devam ediyor edecek.” Anayasanın 1. maddesine yurttaşlarının yaşam garantisi için var olduklarını yazanlar ne yazık ki halkına ve aydınlarına karşı varlığını koruyabiliyor. Sabahattin Ali’nin kafasını ezen, Nazım’ı, Yılmaz Güney’i ve daha nice aydınını sürgünlere gönderip, zindanlara tıkan bu devlet Hrant Dink’in de düşünen aydınlık beynine üç korşun sıktı, sıktırttı. Medyaları, büyük kartelleri ve Küçük Veli’leri el ele şizofren, şizoit, paranoit bir sosyal taban oluşturdular. Artık bu ülkenin genelini kapsayacak bir terapisthaneye ihtiyaç vardır. “En iyi Kürt ölü kürttür” “En iyi Ermeni Ölü Ermenidir” diyenler, üzerlerine güneydoğuda askerdim yazılı tişörtleri giyerek gezinenler, her sokağın bir izbesinden karşımıza çıkıyorlar. Bilmem hangi tarihte Kürt illerinde kelle avcısı olarak gezinen çavuşbaşı, hangi çavuşun onbirinci başı Çanakkale vapurunu kaçırıp, hepimiz Türk’üz diye bağırıyor. Ne demekmiş Hepimiz Hrant Dink, Hepimiz Ermeniymişiz! Bundaki iç derinlik, iç mantık onalrı hiç mi hiç ilgilendirmiyor. İlgilendikleri tek şey bilinç altına gizledikleri kırım ve gözyaşının üzerini ölü toprağıyla gizlemektir. Ondan körleşiyor, çılgınlaşıp cin atına binerek cinleniyorlar.
Filistinde öldürülen çocuklar için sokağa çıkıp, hepimiz filistinliğiz diye bağırsak, tabii ki kızmazlar. Kanlı tarihleriyle yüzleşecekleri yerde, histerik kriz nöbetleriyle ha bire kanlarını temizliyorlar. Hrant Dink’in beynine üç kurşun sıkıldı. Onun altı delik ayakkabısı Feqi Teyran’ın, Gasparyan’ın, İlda Simonian’ın ağıtlarıyla birliktetoplumun yüreğinde gittikçe büyüyen kara delikleri çoğalttı. Hrant Dink’in beynine sıkılan üç kurşun, Ararat’ın ağrılı acısına üç büyük hançer gibi saplandı. Ararat bir kez daha göç yollarına düşüp, zirvesindeki acının içine sindiği sisle, Hrant Dink’le birlikte bir daha öldürüldü.
Cihanerdoğ
an10@hotmail.com
Bu e-Posta adresi istenmeyen postalardan korunmaktadır, görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Butun Dunya Evim Muzaffer Orucoglu Resim Sergisi Türkiye'de
Cihan Erdogan
Muzaffer Oruçoğlu'nun yüzleri sırlı resimleri ve kitaplari sessizce Anadolu coğrafyasında gezinip duruyor,.sessizligin sese donusmesi diperden gelen bir dalga, Orucoglu’nun igneyle kuyu kazan isciliginin,felsefi derinliginin sonucu buydu.
Avustralya,Avrupa'da toplam 40’ye yakın resim sergisi açan Muzaffer Oruçoğlu Turkiye’de ikinci sergisi Karşı sanat ve Babek Yayın tarafında Karşı sanatta acildi.Yaz sıcaklarına rağmen serginin açılısı görkemli oldu.Insana ve yasama dair olan resimler ilgi odağı haline geldi.Konuları yine parçalanma,yabancılaşma,issizlik olan resimler de sanat severler bir başka derinliğe konuk oluyorlardı.Oruçoğlu Karşı sanatta üç kuşağı 68,78 ve 80 kuşağını birleştirdi.Tartışmalar,sohbetler TV çekimleri içinde ilginçti.Denemeleri,Romanları,şiirlerinden sonra ikinci kez resimleriyle de bir büyük kitleyi yan yana getirmişti Oruçoğlu.
10 yaşında bir çocuk hatıra defterine şunları yazmıştı."Bir kucukten bir büyük devrimciye, annem babamla koşa koşa geldim.Masallarını okumuştum.Ama burada değilsin ne kadar buruk kaldım."
Mahir Cayan''a benzeyen kendi yeğeni Sinan "Bilincini yiyen cin Nedajda'li Sarı İbrahim'den sonra Tohum'la büyüttün bizi bugün burada yoksun.Oysa ne kadar buruk kaldık.Senin gibi insanlara ne kadar çok ihtiyacı var bu ülkenin.Bu Ülke utancı ve lanetiyle ne zaman hesaplaşacak"
Dizi oyuncusu bir bayan "bu adam ne kadar çalıştı acaba madenler de diye düşündüm ama okuyucusuyum.Tüylerim dikenlendi.İyi ki varsın"
.Devrimci Demokrasi den Sinan "putları yıkan adam,tabuların üstüne üstüne yürüyen adam romanlarını okuduğum üniversitedeki insanlara veriyor okutuyor ve onları da örgütlüyorum.daha çok üret daha çok burlara eserlerinle gelip egemenleri rahatsiz et.’’
mücadele arkadaşı mimar Hasan Zengin "yoldaşım bu kadar derinleşip entellektül olman yüz akimiz oldu."
Denizliden ressam bir bayan "fırçası güçlü derinliği ise muhteşem''
Hatıra defterini tekrar tekrar okuduk eleştiren yoktu.Yeni bir stil yeni bir fırça darbeleri..
20 gün boyunca ressamlar,sanat sevenler basın ordusu Karşı sanatı boş bırakmadı.Medya nedendir bilinmez üzerine ölü toprağı serpilmiş 30’a yakın romanıyla ortalıkta dolaşan bir yazarı sanki yeni keşf etmişti."Sergisine gelemeyen yazar" "Resim yapamayan yada sanatla uğraşmayanı Komünist partileri üye yapmasın" "resmin muzaffer ressamı Karşı Sanatta"baslıklarıyla duyurdular.Eksiksiz bütün TV kanalları serginin haberini yaptılar.Oruçoğlu''nun Kangurunun kesesinde sessizce gelen resimleri artık emektar eşeğin sırtına yüklenerek Anadolu’nun parçalı kanamış kanatılmış yerlerine doğru yola çıktı.
Uçakta Ertuğrul Kürkçü bir donemin tanığı Muzaffer Oruçoğlu''nun hapishane arkadaşı ve biz Diyarbakır öte adıyla Amed''e doğru yola çıktık.Evet önderinin öldürüldüğü bir şehre gidiyordu Muzo. Uçak bu Kürt diyarına yaklaşinca kartalların dahi konamayacağı dağları gördükçe Kürtün çığlığını duyumsamaya başladik.Sessizlik,arayış ve çığlıktır kente egemen olan.Kasırlar,saraylar sizi büyüler.Tarih sanatla süslenirken günümüzde kan sinmiş o kültürlerin kucaklaştığı şehire.Sayıları resmi rakamlarca 5000 binlere varan sokak çocukları,savaşın açtığı yaralar Afganistan''a çevirmiş Diyarbakır''i..
Kahveler de konuşuluyordu.Muzo Sivereklilerin kahvesinde ne de çok seviyorlarmış onu.Ben gördüm sen gördün hikayelerini dinledik.Sevgili Serdar''la eski masallar gibi.Ürkütücü,büyüleyici bir şehir Diyarbakır.Muzo''ya açtı kapısını.Savaş yorgunu insanların çoğu anlamadan seyretti yüzü sırlı resimleri buruk buruk.Alin ve yuzu huznun cizgileriyle dolu yillarini Diyrbakir zindanlarinda geciren birisi Parcalanma tablosunun karsisinda dikilerek “Iste simdi muzeye cevrilen hepimizin kaninin oluk oluk aktigi Diyarbakir zindani eline saglik Muzo” diyerek not dustu.
Azad ise “Once sen kendin geldin Siverek’’e sonra onderin olduruldu Diyarbakir’da yillar sonra sen gelemedin kitaplarin geldi.Simdi de resimlerini seyrediyoruz ama yine zindan dan sonra bu kez surgundesin.Bir hayata ne cok sey sigdirdin Muzo”
Ertuğrul Kürkçü siyasi iktidar namlunun ucundadır diyen bir örgütün lider kadrosuydu ve buralarda da kalmıştı.Siverek Diyarbakır da onu tanır diye başladı.Ama ruhunun derinliklerini başka şeyler romanlar ve resimlerle de süsledi.Ve sizlerde görüyorsunuz Oruçoğlu basit işlerle uğramıyor 50''nin tavanını zorlayarak resim okullarında okuyor bu aşkı anlamak lazım bu sevdayı anlamak lazım diyerek bitirdi.
Yasar Büyükkanıt işgal ordularını Diyarbakır ve sessiz ve nazlı akan Dicle''nin kıyısına yığdığında Kangurunun kesesinde getirdiyi yuzleri sirli resimleri Muzo emektar esek’’in semerine yukleyerek Diyarbakır Sanat Merkezinden, kendi doğduğu topraklara doğru Kars''a götürüyor du....Yüzü sırlı resimlerini.
Ses sese dönüşmüştü.Ciğerciler,karpuzcular sokağı ev yapan sokak çocukları el salladılar.Emektar esek yüzleri sırlarla dolun resimlerle Kars''a girdiğinde Kars bir senliğe dönüştü.Köylüleri şaşırdılar resimlerde bekledikleri kendi köyleri Zavot''tu,hata kimileri bu nedir yaaa diyerek afalladılar..Ama hepsi köylüleri olan Muzo için gelmişler di.Artan milliyetçikten nasibini fazlasıyla alan Kars geçmişini unutmuştu ama yeni bir nostaljiyle sanki uyanıyordu. Belediye başkanı Naif Ailbeyoğlu Kars'ın ender yetiştirdiği Muzaffer Oruçoğlu için buradayım.Hemşehrimizle değerlerimizle gurur duyuyoruz.Kars böyle insanlar yetiştirdiği için gururludur.Muzafferin arkadaşı sevgili Ertuğrul Kürkçü de bizi onurlandırdı.Sözü ona bırakıyorum.
Kürkçü ‘Muzo''yu dünyayı değiştirme çabalarının başından beri tanıyorum.O dünyanın yalnız silahla değiştirilemeyeceğini fırçayla da büyük değişiklerin olacağını biliyor.Benim ilişkilerim Muzo ile hiç bitmedi.Avustralya’da yanına giderim.Biz zamanla yenilgiye uğratıldık.ilişkimiz bitmedi,bu iyi bilinmeli Muzo resimle artık bilinenin ötesinde ilişki kuruyor.Pazusu şişmiş devrimciler yada proleterler yoktur, karsınızda başka imgeler dağılma parçalanma ve daha derinliklerle karşı karşıyasınız inanıyorum o daha çok üretecek ve daha çok onu görmek istemeyenlere rağmen kendinden söz ettirecek..
Ani defterine Berivan ‘Ey buyuk insan, olsun sen gelemedin ama gelmeni istemeyenlere karsi resimlerin hosgeldi.’
Nazli ‘Bu kadar kendine yabancilasan bir toplum icinde yasarken belkide bir ic yolculugun sersemletici .hali,parcalanmis ayna karsisinda insanin parcali hali, ne diyeyim ruhum usudu.Bir anlamsizlik dehlizinde boguldugumuzu dusunurken bu resimler yeniden silkinip kendimize gelmemize vesile oldu.Tek kelimeyle muhtesemdi.’
Mahmut Alinak ‘Senin kalp atislarini hissetmek ne guzel.Muzaffer Orucoglu halkimiz icin bir umit,candan bir kardes oldu hep.Insanlik sizlerin sactigi bilgi isiklari ile er gec aydinliga kavusacak Kars aydinlarimiza,Muzaffer Orucoglu’na ne kadar muhtac,anlatamam ozlem ve kalpten sevgilerimle.
Sag goruslu bir akrabasi Mine Ermutlu ‘Sevgili Halaoglu gencligimde sizinle cok farkli dusunce ve gorusteydim.Zaman zaman akrabalardan sizinle ilgli bazi hikayeler dinlerdim.Samimi olarak ulkenizi ve insalarimizi sevdiginizi biliyorum.Kitaplarinla isik gonderiyorsun.Resimlerin de inan Kars’i buyuledi.Yurekten kutluyor yolun acik olsun diyorum.’
Baslari puseli,elleri bastonlu ,alin cizgileri bir tarihi anlatan mazlum kurtler,nokerler,gravyer ustlari,nalbantlar,dimrikcilar,seyyar saticilar,Kadinlar,cocuklar,Kars’’in bagrindan cikan entellektuller bu kez Muzo’’yu yuzleri sirlarla dolu resimlerle Ankara’’ya dogru yola cikardilar.
Kac yil yatti Mamak zindaninda.Antep’ten sali verildigin de kollari kelepceli olarak huzunlu bir sekilde baktigi Ankara’ya bu kez resimleriyle geldi.
Ustune ustelik Kurdistan’in her ikiyakasinin agir isgle ugradigi ilk gunlerde.
Kar,tipi ve muhtesem soguga ragmen adeta bir buyuk ilgi alanina dondu sergi salonu..Buyuk ilgi sonucu olacak ki Ankara sonrasi Izmir,Denizli,Zonguldak’ta ki galeriler kapilarini actilar Muzo’ya onu hala yok saymaya calisanlar utanc ve bedbahtlariyla bas basa kasinlar Muzo artik resimleri ve romanlariyla diplerden sarsarak yoluna kendi mutevazi adimlariyla devam ediyor.
Avrupa,Avusturalya’’da 50’ye yaklasan kisisel resim sergisi acan ayni anda Izmir ve Paris’’te sanat severlerle bulusacak.
30 Mayis Paris’te ‘ Butun Dunya Evim’ resim sergisine kendisi de katilacak.Bu resim sergisinin bilinenin otesin de olacagini soyelmemiz yersiz degil.
Bu heyacani simdiden duyumsuyoruz.Orucoglu bildik basarilarini burada da kendisini yok sayanlara karsi bir mugallit olarak ikiye katlayacktir.Paris’ten sonra Butun Dunya’yi ev yapan Muzo’nun dunyanin hangi mecrasinda olacagini bilemiyoruz.Bildigimiz 30 mayista yuzleri sirlarla dolu resimlerle birlikte kendisiyle birlikte olacagimizdir.Sahi dunya hepimizin evi degil mi?Herseye ragmen. dunyanin parcali yuzu hala sirlarla dolu degil mi?